O Zaman Kocaman Bir Alkış!
Aile oluşumuna ve rollerin çerçevesiz dönüşümüne mizahi bir başkaldırı niteliğinde yanıt veren Berkun Oya imzalı Kocaman Bir Alkış...
Hiç ummadığım anda bastırmıştı yağmur. Birdenbire. Gerçi hangi yağmur haber verip yağar ki? Haber vererek mi çıkıyoruz?
Çok isterdim vermeyi ama korkmuyorum ki yağmurdan. Bunları sorarken saçlarımdaki yağmur tanelerine saklanacak bir yer buldum nihayetinde. Çok ıslanmışım bi’haber.
Altında durduğum tudyaya dökülüyordu tek tek damlalar. Bir ses bu kadar naif olabilirdi. Düşünsenize kafanızın üstünde yağmurun sesini duyuyorsunuz. Tudyadan değildi çıkan o sesler. Yağmurun orkestrasıydı. Vurmalı çalgılardan. Yüzüne vurduğumuz şeyler de bu kadar naif olsaydı diye geçirdim içinden.
Çarşının tam göbeğiydi. Sıra sıra dükkanlar, alışveriş yapan insanlar... Alıp da vermeyenler. Bu yağan yağmura rağmen her dükkanın kapısı yine açıktı. Bereket versinler ve yağan bereket. Ne kadar uyumluydu yağan yağmurla kapısı açık dükkanlar. Aldığı her paranın bir yağmur damlası olduğunu acaba hiç ıslanmadan nasıl düşünüyorlardı? Bereket versin güzel soruydu.
Yan yana farklı dükkanlar. Bir yan da en ucuz şey satılırken diğer yan da paha biçilemez şeyler satılıyordu. Bir dükkandan baharat kokuları gelirken bir yan da koku satan dükkan. Sahte takılar satan aksesuarcı ve karşısında gerçeklerini satan kuyumcu. Hepsi nasıl bu kadar farklı olmalarına rağmen aynı sokakta kalmayı başarıyorlar? Hem de hepsi günün aynı vaktinde kepenklerini açarlarken. Biz neden onca farklılıklarımıza rağmen yan yana duramıyoruz?
Kepenklerimizi açmak yerine kapatmak istiyoruz. Unutuyoruz kepenklerden de dükkanın içinin gözüktüğünü. Küçükken ayaklarımızı tutunarak çıktığımız o kepenkler neden şimdi karşımızda büyük bir engebe?
Tüm bu dükkanların arasında gözüme sadece biri ilişiyor. Parlıyor olduğu yerde. Teker teker vitrine bilezikleri dizen kuyumcu. Sanki ilk defa kuyumcu görmüş gibi hayranlıkla izliyordum tudyanın altından. Altın bilezikler. Kolumuzda altın bileziğimiz olsun diye yaptığımız meslekler. Altın bileziklerin bile sahibi varken hiçbir işin ehli olmadığımız fikri kafamı karıncalandırıyor. Ama bir dakika! Bir seferlik bilezikleri biz yapmak istesek? Gelgitlerle bu fikirlerle meşgulken bir ses işittim. Bir müzik daha doğrusu.
Onca sesin arasından kendini dinletmeyi başaran bir insan gibi özgürlüğünü sürdürüyordu şarkı.
“Baban seni veriy bir bağ pirasıya”
Biliyordum bu şarkıyı. Dedem yazları yaylaya çıktığımız zamanlarda söylerdi anneanneme. Ama neden şu an hiç duymamışım gibi geliyor bana? Nereden çaldığını anlamaya çalışıyorum. Baharatçıdan mı? Terziden mi? Kuyumcu… Oradan geliyor ses. Radyodan çalıyor besbelli.
“Oy Asiye Asiye. Tütün koydum kesiye.”
Acaba sevdiği kadına istediği altınları takamadığından mı bu kadar altını yapmıştı kuyumcu? Kavuşsaydı sevdiğine bu kadar altını bir arada tutar mıydı? Nereden geldi şimdi aklıma bu hasret hikayesi. Hoş gelmiş. Elinde altın bileziğin olsunu değildi bu kuyumcu. İnsan elinin altın tutacağını bile bile kuyumculuğa o gözle bakamazdı. O kadar bilezik yapıp sevdiğine takamamış olması gerçekten ‘oy’ dedirtecek türdendi. Asiye’si bir bilezik olmuş ve ona kim bilir nasıl işçilik vermişti?
Hepimizin bir dükkanı olmalıydı ve her sabah erkenden açmalıydık. Kepenklerimiz sadece buna yaramalıydı. Bizi biz yapan farklılıklarımıza rağmen aynı caddenin üstünde yan yana olmalıydık. Bir dükkandan çalan şarkının hepimiz için çaldığını unutmamız gerekiyordu. Bir kuyumcunun da bir baharata ihtiyacı olduğunu dipnot olarak yazmalıyız zihnimize. Ve ilk siftahımız kendimiz olmalıyız.
Bereket versin.