Eylül
Şimdi hangi helallik paklayacak beni? Hangi sözcükler bu vebalden kurtaracak? Bunca yılı, akıp giden zamanı neyle, nasıl telafi edeceğim?
Ah gönlümün efendisi, çiçek bahçesi! Şimdi biz iki çocuk olsaydık seninle. Koca yürekli iki çocuk. Yüzümüzden aksaydı kalbimizin güzelliği. Gökyüzünün altına sığmasaydı cesaretimiz. Bir gülüşümüzle çiçek açsaydı dünya mesela. Böyle iki güzel çocuk olsaydık hani. Bir olsak, birlik olsak, biz olsaydık…
Yüreğim ve ben. Bir bütünün parçası olamamış iki eksik kişi. Önde o, arkada ben. Asıl o, suret ben. Varlık o, gölge ben. Düşmüşüz sevdanın çetrefilli yollarına. Yol alıyoruz usulca. Payımıza bu dünyadan alacaklı olmak düşmüş. Mesela çöle yağmur düşerken bizim bağrımız yanmış buzul dağlarında.
İlerliyoruz küçük adımlarla. Biraz sonra Yaşmaksıyıran Sokağı’na geliyoruz. Burası tarihin tozlu sayfalarından fırlamış gibi adeta. Yolun sağında ve solunda bahçeli küçük evler var. Evlerin kiremitten çatılarına cennet kuşları tünemiş. Pencerelerin doğramaları mavi renkli ahşaptan yapılmış hep. Ve bahçelerin her birinde hanımeli, ebruli, rengârenk akasya çiçekleri.
Sözü alarak konuya giriş yapıyor yüreğim. Senin halin diyor. Senin halin bu manzaranın kış mevsimi gibidir. Ve ekliyor: Sanki bahçende hiç yeşil ağacın yok. Güllerin hiç çiçek vermemiş sanki. Kuşlara hiç yuva olmamış çatıların. Şehrinin insanları gökkuşağına hiç şahit olmamışlar gibi. Evlerin bacalarından tüten simsiyah duman, sendeki yaşamın tek belirtisi.
O böyle söyleyince buz kesiyor bağım bahçem. Sonra bana düşüyor söz sırası. Senin halin diyorum. Senin halin de bu manzaranın bahar mevsimi gibidir. Bakışlarında mavinin ve yeşilin bütün tonları. Bütün tonları ilkbaharın, bütün tonları sonbaharın. Dilinde rüzgârın bütün ezgileri. Bu mevsimde bu şehrin bütün evleri, evlerin bütün kapıları sana açılıyor sanki. Dört tekerlek pazarcı arabaları, sırtında çantalarıyla okullu güzel çocuklar, işe yetişmek için koşturan anne babalar, yumurtadan yeni çıkmış yavrusuna rızık peşinde kanat çırpan minik kuşlar… Sanki bütün hayatın kalbi sende atıyor.
Bahçesinin kapısı pembe renkli olan bir evin önünde soluklanıyoruz. Ayaklı posta kutusunun içinde bir mızıka ilişiyor gözümüze. Tam bu esnada üçüncümüz olan akıl yetişiyor bize. En öne geçerek konuya dâhil oluyor hemen: Duydum ki sıcacık olmuş için. Sevdaya meyletmişsin. Ve rehberin de bu yumruk büyüklüğündeki kalp denen et parçası. Sen deli misin? Divane misin? Akla sormadan, bilince danışmadan, görmeden nasıl sever ki insan? Bir defa olsun yüzüne bakmadan, sesini duymadan nasıl sever? Ya çirkinse? Ya beklediğin, hayal ettiğin gibi değilse?
Bu ciddiyet karşısında tebessüm ediyor yüreğim. Kendinden gayet emin bir şekilde cevap veriyor sonra:
Diyelim ki ay gibi güzel, güneş kadar parlak olsun sevilen. Onu görenlerin gözleri kamaşsın, dilleri tutulsun. Tüm türküler ve şiirler ona yazılmış olsun. O kadar güzel olsun hani. İşte senin nazarında böylesini herkes sever. Herkes ister ki bu güzelliğe sahip olsun. Güzel olan herkes tarafından sevilir çünkü. Oysa iman, gayba imandı. Göz gördüğüne inanır, kalp göremediğine. Herkes gibi olacaksam, sadece gördüğümden ibaret olanı seveceksem bunun adı aşk mı olur? Ya da aşk böyle mi olur? Ne diyordu şair. ’Ödüm kopuyor sende gördüğümü görecekler diye.’ Kalbini sevmeliyim onun. Yüzünü ya da endamını değil.
Sözü akıl aldı yine: Ne fark var ki aralarında? Göze güzel geleni sevmek herkesin hakkı. Ben akılım. Önde olan, üstün olan benim. Madem haklı olduğunu iddia edersin anlat öyleyse. İkna et beni.
Ne aklımı ne de gözümü inkâr edemem. Ama sadece gözün gördüğünü seversem bu beni herhangi biri yapar. Yanılır ve hataya düşerim. Senin aksine önde olan ve üstün olan ben değilim. Ama siz olmadan yaşayabilirim. Fakat ben yoksam sizin varlığınız da bir şey ifade etmez diye cevap verdi yürek. Devam etti sonra.
Peki, bir insan sadece güzel olduğu için mi sevilir? Bu insanın hem kendisine hem de karşısındakine haksızlık değil midir? Farz edelim ki o ay parçasının yüzünde bir çıban çıktı. Ya da başına telafisi olmayan başka bir kaza geldi. O zaman göz ve akıl bir olurlar. Derler ki bu kişi artık eskisi kadar güzel değil. Kusurları var. Üstelik sana da yük. Dışarıdaysa seni bekleyen gürül gürül bir dünya. Onu bırak. Ondan vazgeç.
Ama onun kalbini seversem öyle bir durumda yüreğim bana şöyle seslenir: Bu kişi önceleri sana Allah’ın nimetiydi. Onu sevdin. Sevdikçe sen de güzelleştin. Sahiplendin. Benim dedin. Şimdi ise o sana hem Allah’ın nimeti hem de aynı zamanda Allah’ın emaneti. Güzel zamanlarda nasıl sevip sakladıysan yüreğine, şimdi zor zamanlarda da daha fazla sev. Daha fazla koruyup kolla. Bu nimete ve emanete sırtını mı döneceksin yoksa? Kurumaz mı kalp? Taşa dönmez mi beden? Ben kalbim. Gönül ehliyim. Görmeden iman ettim. Görmeden sevdim. Gerçek âşık görmeden de sevebilendir.
Böyle cevap verince yürek, duraksadı akıl. Düşündü bir an. Peki dedi. Seslen bakalım sevdiğine. Hani o yüzünü görmeden sevip, ömrüm ömrüne feda olsun dediğine. Seslen tüm samimiyetinle. Bakalım hangimize hak verecek? Hangimizden yana taraf tutacak?
Sen dedi yürek yine. Sana bildirilen ve izin verilen kadar varsın. Ama bu kadar sınırlıyken yine de her şeyi bilirim, her şeye kadirim sanırsın. Aşkı iki seçenekten biri olarak düşünürsün. Bense kalbim. Tüm âlemleri ve sonsuz gökyüzünü içime sığdırabilirim. Bir sınırım ve hududum yok. Sevgide ölçüsüz bırakıldım. Sevdiğimi duam gibi sahiplenebilirim. Seslenmek mi sevdiğime? Dinle öyleyse:
Ah gönlümün efendisi, çiçek bahçesi! Şimdi biz iki çocuk olsaydık seninle. Koca yürekli iki çocuk. Yüzümüzden aksaydı kalbimizin güzelliği. Gökyüzünün altına sığmasaydı cesaretimiz. Bir gülüşümüzle çiçek açsaydı dünya mesela. Böyle iki güzel çocuk olsaydık hani. Bir olsak, birlik olsak, biz olsaydık…
Sözü alıp orda dur, dedi akıl. Tek bir kelime dahi söyleme! Bu söylediklerini ben bilemem. Anlamlandıramam. Benim sınırlarımın dışında bunlar. İlla bir şey söyleyeceksen, söyleyeceklerin denk olsun söylediklerime. Sustu yürek. Devam etmedi. Biliyordu çünkü. Bin yıl geçse bile akıl üstün görünecekti. Böyle bilinecekti. Ama sonunda haklı çıkan hep kalp olacaktı.
Ben, yüreğim ve aklım. Bir bütünün parçası olamamış üç ayrı kişi. Artık varız ve her birimiz bütünden daha fazlayız.