Eylül
Şimdi hangi helallik paklayacak beni? Hangi sözcükler bu vebalden kurtaracak? Bunca yılı, akıp giden zamanı neyle, nasıl telafi edeceğim?
Özlerdik ve bu kadar çabuk dinmezdi hasretimiz. Bunun içindi oturup yazdığımız ve sonrasında özenle temize geçtiğimiz mektuplar. Ah canım telefon kulübeleri. Ya onlara ne demeli. Ne çok hasreti dindirmişlerdi.
Doksanlı yılların mahalle aralarında koşturan güzel kalpli çocuklardık bizler. Süpürülen kapı önleri, balkondan balkona asılan çamaşırlar ve pencerelerdeki sıcacık sohbetler eşliğinde, bahara uyanmış kelebekler gibi hissederdik. Henüz kopmamışken bağlarımız ve bu kadar kirlenmemişken hayat, neşeyle doldururduk tüm sokağı. Öyle ki hayata karışıp evlere dolardı sesimiz. Ekmeğimize sürülen bir kaşık salçayla tüm gün acıkmak nedir bilmezdik. Akşama kadar oynardık korkusuzca ve özgürce. Bizi eve koyabilecek yegâne büyük güç, anne terliği olurdu.
Sıkılmak nedir bilmezdik. Bir güne sığdırılan onlarca oyunumuz vardı çünkü. Unutulmaz mahalle maçlarımız olurdu mesela. Burunları patlamış ayakkabılarımızla birer yıldızdık her birimiz. En büyük iddiamız adam başı birer şişe gazoz olurdu çoğu zaman. Kanayan dizkapaklarımızla toz toprak içerisinde kalırdık. Üç korner bir penaltı ve ezan okununca maç biter değişmez kurallarımızdandı.
Top peşinde koşturmayı sevmeyenlerimiz topaç çevirirdi bir kenarda. Bir buçuk metrelik ipleri sarıp çevirdiğimiz topaçlar, rengârenk çocukluğumuzun simgesi gibiydiler.
File dolusu misketi olurdu yaşça daha küçük olanlarımızın. En kıymetli hazinemiz gibi sarıp saklardık onları köşe bucak. Hayal gücümüz öylesine genişti ki misketlerimize cıncık, cilli, kemik, dabo gibi isimler vermeyi bile ihmal etmezdik.
Bir de sokağımızın küçük hanımefendileri vardı. Onlar ki sokağımızın en canlı renkleriydi. Bin bir türlü oyunları olurdu. Sek sek, yakar top, yağ satarım, beş taş, istop, körebe, saklambaç, ip, aç kapıyı bezirgânbaşı, yedi kule… Daha neler neler.
Onları kapı önünde ellerinde bir kilimle piknik yaparken görürdük bazen. Peynir, zeytin, domates… Kim evden ne bulabilirse onu getirirdi. Dünyanın en güzel ve en bereketli sofrası kurulurdu oracığa. Ardından kaldırım kenarında oturup bir paket çekirdekle tadına doyulmayan muhabbetleri başlardı. Geceye kadar uzayıp giderdi gün.
Çok oyuncağımız olmazdı bizim. Ama her zaman mutluyduk. Gazetelerin vermiş olduğu kartondan ev, araba ve bebek maketleri bile birçoğumuz için lüks sayılırdı. Bu yokluk yıllarında kendi oyuncağımızı yapabilecek kadar becerikliydik aynı zamanda. Plastik bir kap ya da teneke kapağına çivi yardımıyla bir odun çakıp kendi arabalarımızı yapardık. Kapak bulamadığımız vakitlerde ise çareyi eski bir otomobil lastiğinde bulurduk. Tüm gün yuvarladığımız lastiklerin karasından simsiyah olurdu ellerimiz.
Yere küçük bir çukur kazıp, biri uzun diğeri kısa olmak üzere, iki parça değnekle oynadığımız çelik çomak, görünmez bir bağ gibi, tüm çocukları birbirine bağlardı mahallede. Büyüsek de vazgeçemediğimiz birdirbir, yağlı kayış ve uzuneşek gibi haylazca oyunlarımız vardı bir de. Canımız acırdı bazen. Ama hiç kalp kırmazdık ve kimseye kırılmazdık.
Okulda da tüm renkleriyle devam ederdi yaşantımız. Mavi önlüklerimiz ve beyaz yakalarımızla gururlu birer asker gibi yürürdük. Fişler, abaküs, plastik çubuk ve fasulyelerle okula tam olarak hazır sayılırdık. Sonraki yıllarda güzel yazı defterleri, hokka ve divit girerdi işin içine. Sulu boya yardımıyla patates ve ip baskılarımız özgüvenimizi arttırırdı akabinde. Sınıfta bir aradayken bile birbirimizi özlediğimiz ve konuşmak istediğimiz vakitler olurdu. Böyle zamanlarda kalem açma bahanesiyle çöp kovasının orada buluşur ve o köşede olup biten her şeyden haberdar olurduk.
Ev ortamlarımız sıcacıktı. Kapıyı açar açmaz el işi örgüyle yapılmış, daire şeklinde rengârenk bir paspas karşılardı bizi. Oturma odalarımızda krem rengin üzerine turuncu zambak çiçeğinin olduğu perdeler asılırdı. Sabahları sobalarımız yakıldığı zaman önce çay demlenirdi. Sonrasında özenle kızartılırdı ekmekler. Aynı sobanın yanında büyükçe kırmızı bir leğenin içinde pazar günleri banyolarımız yaptırılırdı. Akşama yine soba üzerinde kestaneler kızartılır, sohbet eşliğinde afiyetle yenirdi. Güzel koku yaysın diye sobanın üzerine konurdu soyulan portakal kabukları. Borulara tutturulan şişler yardımıyla çoraplar kurutulurdu bir de. Evlerimizle birlikte kalplerimiz de sımsıcak olurdu.
Özlerdik ve bu kadar çabuk dinmezdi hasretimiz. Bunun içindi oturup yazdığımız ve sonrasında özenle temize geçtiğimiz mektuplar. Ah canım telefon kulübeleri. Ya onlara ne demeli. Ne çok hasreti dindirmişlerdi. Çabucak biten jetonlar, yarıda kalan konuşmalar bize delikli jetonu bile icat ettirmişti.
Birçok evde televizyon yoktu. Olan evlerde de rüzgârda yönü sürekli değişen antenler vardı. Bu yüzden hep yayın giderdi. Evin abileri hep çatıda, babalarıysa devamlı pencerede olurdu. Fakat biz yine de Barış Abi’yle Adam Olacak Çocuk ve Süper Baba’dan vazgeçmezdik.
Abi ya da ablalarımızın küçülen kıyafetleri hep bize düşerdi. Yeni bir elbise ya da ayakkabı alınacağı zaman da sürekli bir numara büyüğü alınır, sonraki sene de kullanmamız sağlanırdı. Bayramlık kıyafetlerimiz ise en vazgeçilmezimizdi. Öylesine sevinçle sahiplenirdik ki onları. Bayram geceleri güzelce katlayıp başucumuza koyardık. Sabaha kadar heyecandan gözümüze uyku girmezdi.
Gazoz kapakları, mektup pulları, sporcu kâğıtları, peçete ve tasolardan çeşit çeşit koleksiyonlarımız vardı. Bu görünürde küçücük olan şeyler en büyük mutluluk kaynağımızdı bizim. Ve biz kendimizi tüm bunlarla dünyanın en şanslı çocukları sayardık.
Şimdilerde büyüdük. Yaş aldı ömrümüz, yaşlandı bedenimiz. Ama hala çocukluğumuzdaki kadar saf ve masum kalpler taşırız. Ve inanın bizler hala çok güzel çocuklarız.