Tüzel Kişilerin Hak Ehliyeti
Kişi ve mal toplulukları tüzel kişilik kazanmakla birlikte hak ehliyetine de sahip olurlar.
Kişi kavramı ile hak ehliyeti kavramı çoğunlukla özdeş olarak kullanılır, çünkü bunlar birbirinden ayrılmazlar.
Kişilik kavramı, hak ehliyetinden daha kapsamlıdır. Bu anlamda kişilik, kişinin hukuken sahip olduğu bütün ehliyetleri, hukuken bir değer taşıyan maddi ve manevî varlıklarını (kişinin vücut bütünlüğünü, adını, sesini, sırlarını vs.) ve kişisel durumlarını (evlilik içi veya dışı çocuk olmayı, bekâr, evli ya da boşanmış olmayı vs.) içine alır.
Gerçek kişiler, insanlardır. Bu günkü modern hukuk sistemlerinde her insan, yerli-yabancı, kadın-erkek, yaşlı-genç fark gözetilmeksizin hukuk karşısında bir kişidir, yani hak öznesidir. Bu durum TMK m.8’de “her insanın hak ehliyet vardır” cümlesi ile dile getirilmiştir. Ayrıca 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de her insanın hak ehliyeti, yani doğuştan haklara sahip olma ehliyeti dile getirilmiştir.
Ancak insan ölümle hukuk karşısında kişi olma niteliğini kaybeder. Diğer taraftan henüz doğmamış bir kimse de kişi sayılmaz, hatta kendisine gebe kalınmış olsa bile durum değişmez. Ancak TMK m.28/2’ye göre “çocuk hak ehliyetini, sağ doğmak koşuluyla, ana rahmine düştüğü andan başlayarak elde eder”. Bunun arkasında temel olarak cenini koruma düşüncesi yatar. TMK m.582’ye göre, cenin, sağ doğmak koşuluyla mirasçı olur. Ancak ölü doğan çocuk mirasçı olamaz (TMK m.582/2). Bu şekilde sağ ve tam olarak doğum gerçekleştikten sonra, çocuk doğduğu andan değil, ana rahmine düştüğü andan itibaren kişi olarak haklara sahipmiş gibi bir hukuki durum oluşur.
Gerçek Kişiliğin Başlangıcı
TMK m.28/1’e göre, kişilik, çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başlar ve ölümle sona erer. Bu şekilde doğal ve fizyolojik bir olay olan doğuma aynı zamanda hukuki sonuçlar bağlanmış, yani doğum, aynı zamanda hukuki olay olarak görülmüştür.
Kanundaki ifadeyi, çocuğun tam ve sağ olarak doğması şeklinde anlamak gerekir. Tıbben belirlenecek bu durumların ikisinin bir arada bulunması zorunludur. Ölü olarak doğan çocuk hukuken kişilik kazanmaz. Şu hâlde, gerçek kişiliğin başlangıç anı, çocuğun sağ olarak anasının vücudundan tamamen ayrıldığı andır. Tam doğumdan kasıt, çocuğun anasının vücudundan tamamen ayrılmış olması; sağ doğumdan kasıt ise, canlı olarak doğması demektir. Bu sonuncusu açısından çocuğun bir kere de olsa nefes alması yeterlidir. Kısa süre de olsa anadan bağımsız yaşaması gerekir.
Sağ doğumdan birkaç saniye sonra ölmesi, kişiliğin başlangıcı açısından önemsizdir. Bu gibi durumlarda iki hukuki olay, kısacası tam ve sağ doğum ile ölüm, yani gerçek kişiliğin başlangıcı ve sona ermesi arka arkaya gerçekleştir. Tam ve sağ doğan çocuk, bu şekilde gerçek kişi olarak hukuken varlık kazandığından, mirasçı olabilir. Kendisine daha önce şartlı bağışlama yapılmış ise bunları kazanır vs. Tam ve sağ doğan çocuk, hemen sonrasında ölür ise bu sefer de miras bırakan olur. Buna karşılık ölü olarak doğsaydı mirasçı olamayacak, sağ doğmuş olsaydı ona düşecek miras da çocuk hiç dikkate alınmadan miras bırakanın diğer mirasçılarına geçecektir.
Özellikle bilim ve teknikteki gelişmeler sonucunda yapay döllenme yöntemiyle çocuk sahibi olmak mümkün hâle gelmiştir. Diğer alanlarda olduğu gibi bu gibi teknik gelişmeler bazı yeni hukuki sorunları beraberinde getirebilmektedirler: Miras hukuku açısından, miras olayının, yani miras bırakanın ölümünün gerçekleştiği anda hangi mirasçılara sahip olduğu önem taşır. Daha önce ifade edildiği üzere, anne karnındaki cenin de mirasçı olarak dikkate alınabilir. Yeter ki sonradan tam ve sağ olarak doğsun İşte miras olayının gerçekleştiği anda ortada bir cenin olup olmadığını tespit etmek açısından klasik olarak hamileliğin tıbben sürebileceği en üst süre, yani doğumdan geriye doğru üç yüz günlük süre dikkate alınmaktadır.
Yapay döllenmenin çok önceden gerçekleştirildiği ama döllenmiş yumurtanın çok daha sonra anne rahmine yerleştirildiği durumlarda mirasçılık açısından hangi sürenin dikkate alınması gerektiği bu çerçevede değerlendirilebilecek bir hukuki sorun olarak görülebilir.
Kişiliğin başlangıcı açısından, özellikle miras hukuku itibarıyla ispat sorunları kendini gösterebilir. Bu konuda temel kural, iddia edenin iddiasını ve iddiasını dayandırdığı durumları ispatlaması yönündedir (TMK m.6). Bu açıdan bir çocuğun canlı olarak doğduğunu yani kişilik kazandığını iddia eden bunu ispat edecektir. Bu açıdan tutulan nüfus sicili kayıtları ispat açısından önem taşırlar, çünkü bunların doğruluğundan hareket edilir. Ancak bu şekilde bir nüfus kaydı yoksa ya da kayıt olsa bile bunun tersi her türlü delille (şahit vb.) kanıtlanabilir.
Gerçek Kişiliğin Sona Ermesi ve İspatı
Hukukumuzda gerçek kişilik iki şekilde sona erer: Ölüm ya da gaiplik. Gerçekleşme biçimi ve hukuken değerlendirilmesi itibarıyla bunlardan ilkinin olağan sona erme hâli, ikincisinin olağanüstü bir sona erme hâli olduğu söylenebilir.
Doğumun ispatında olduğu gibi, ölümün ispatında da bir hakkın kullanılması ya da kazanılması için bir hususa, burada ölümün gerçekleştiğine dayanan, yani bunu iddia eden bunu ispat yükü altındadır. Bu açıdan kişisel durum kütükleri önem arz ederler. Genel olarak bunun yanında diğer ispat araçlarına başvurmak da mümkündür. Kütük kayıtları da her türlü delille çürütülebilir. Diğer taraftan kanun koyucu ölümün ispatı açısından bazı karineleri kabul etmiştir. Bunlara da aşağıda değinilecektir.
Ölümle gerçek kişiliğin sona ermesi
Gerçek kişiliğin temel sona erme sebebi ölümdür. Aynı zamanda hukuki olay niteliğindeki ölümün birçok açıdan hukuki sonuçları vardır. Örneğin kişilik sona erer, kişiye bağlı haklar ölümle ortadan kalkar, miras olayı için ölümün gerçekleşmesi gerekir, kısacası miras ölümle açılır. Aile hukukunda evlilik birliği ölüm ile sona erer, yani geride kalan eş evli olmaktan çıkar ve “dul” kişisel durumuna girer vs.
Ölümün hangi ölçüt ya da ölçütlere göre (beyin ölümü, fizyolojik ölüm) saptanacağı tartışmalıdır. Bir görüş biyolojik ölümün gerçekleşmesini arar ve buna göre kalbin, kan dolaşımının solunumun ve sinir sisteminin yani bütün yaşamsal işlevlerin sona ermesi gerekir. Bir de beyin ölümünün gerçekleşmesi gerektiğini savunan ve güncel olarak daha ağırlıkta savunulan görüş bulunmaktadır. Hukukumuzda bazı düzenlemelerin beyin ölümünü esas aldığını ifade etmek gerekir. Ancak bu açıdan tespitin tıbben yapılacağı açıktır. Hukukumuzda Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanunda ölümün kanunda belirtilen bazı alanlardan en az iki uzman tarafından kanıta dayalı tıp kurallarına uygun şekilde oybirliği ile tespit edileceği benimsenmiştir (m.11). Bu konudaki Yönetmelikte beyin ölümü tanımlanmaktadır. Aynı şekilde Yüksek Sağlık Şûrası da beyin ölümü ölçütünü benimsemiştir.
Yukarıda ifade edildiği üzere ölümün ispatında kişisel durum kütük kayıtlarından yararlanılabilir. Esasen kişinin cesedinin bulunduğu durumlarda ölümün ispatı kolaydır. Bu artık tıp biliminin konusudur. Ancak öyle durumlar bulunmaktadır ki, kişinin cesedi ortada yoktur. İşte bu durum kanun koyucu karine yardımıyla ölümün ispatında kolaylık kabul etmiştir. Bu açıdan ölüm karinesinden söz etmek gerekir (TMK m.31). Bunun kabul edilmesi için, kişinin, hayat tecrübelerine göre ölümüne kesin gözle bakılacak bir durum içinde (kazada) kaybolması ve cesedin bulunamamış olması gerekir.
Ölüm karinesinin gerçekleşmesi için gerekli şartların varlığı hâlinde, o yerin en büyük mülki amirinin emriyle nüfus kütüğünde kaydı düşülür (TMK m.44/1). Ayrıca bir mahkeme kararına gerek yoktur. Böylece bu kişinin mirası mirasçılarına geçer.
TMK m.29/2’de düzenlenmiş duruma ise birlikte ölüm karinesi denilmektedir: Buna göre, birden fazla kişiden hangisinin önce veya sonra öldüğü ispat edilemezse, hepsi aynı anda ölmüş sayılır. Bu durum özellikle miras hukuku açısından özel önem taşıyabilir. Bir kazada hem babanın hem de çocuğun ölmesi durumunda hangisinin önce ya da sonra öldüğünün saptanamaması durumunda bunların ikisinin de aynı anda öldüğü kabul edilir. Bu şekilde aynı anda ölenler, yani karine gereği birlikte öldüğü kabul edilenler, birbirlerine mirasçı olamazlar. Babanın mirası açısından oğlu sanki kendinden önce ölmüş gibi bir hukuki durum doğar. Aynı durum babanın oğluna mirasçılığı açısından da geçerlidir.
Gaiplikle gerçek kişiliğin sona ermesi
Bazen kişinin akıbeti hususunda bir belirsizlik bulunmaktadır: Kişiden ya uzun süreden beri haber alınamamaktadır ya da ölüm karinesindeki kadar ağır olmasa da bir olay sonrasında ölüp ölmediği belirsizliğini korumaktadır. İşte bu gibi durumlarda kişinin hukuken ölmüş gibi kabul edilmesi mümkündür. Kanunda ayrıntıları ile düzenlenen bu hâllerde, hakları bu durumun tespitine bağlı olan kişiler tarafından başlatılan bir süreç ile gaiplik kararı alınabilir. Gaiplik kararı iki durumda alınabilir:
İfade etmek gerekir ki, bu ikinci ihtimaldeki durum yukarıda ifade edilen ölüm karinesinden farklıdır. Ölüm karinesinde kişinin öldüğüne kesin gözle bakılıyordu, burada ise sadece ölüm tehlikesi içinde kaybolması söz konusudur. Her ne kadar burada kişinin ölmüş olması kuvvetle muhtemel ise de ölüm karinesindeki gibi bir kesinlik yoktur.
İşte yukarıda açıklanan bu iki durumda, (a) gerekli süreler, yani bir veya beş yıllık süreler geçti; (b) ilgili kişilerin yetkili mahkemeye yönelik talebi var (TMK m.31/1, m.586 ve m.588) ve son olarak (c) mahkeme (gaipliğine karar verilmesi talep edilenin en son yerleşim yeri mahkemesi) bu yönde karar verdi ise kişi artık ölmüş gibi bir hukuki sonuç doğar.
İfade etmek gerekir ki, talepte bulunacak kişiler, ilgilinin yakınları, yani gaiplik kararı ile ilgili menfaatleri olanlardır. Ancak Devlet de bazı durumlarda en son mirasçı sıfatıyla bu yetkiye sahiptir (TMK m.501 ve m.588). Mahkeme’nin gaiplik kararı vermek için izleyeceği usul Kanunda ayrıntıları ile düzenlenmiştir (TMK m.33 vd.). Mahkemece yukarıdaki şartların varlığını saptadıktan sonra, gaiplik işlemine girişmek üzere bir ilan yapılır.
Kamuya yapılan resmî ilanın hedefi, ilgilileri ve gaip olan yaşıyorsa onu durumdan haberdar etmektir. İlanın en az iki kez yapılması gerekir. Her iki ilan arasında en az altı aylık bir süre bulunmalıdır (TMK m.33/3). İlan neticesinde gaibin nerede olduğu ya da akıbeti hakkında kesin bir bilgi edinilir ise, örneğin kişinin öldüğü anlaşılır ise ya da yaşadığı ortaya çıkar ise zaten gaiplik kararına gerek kalmaz. Aksi hâlde, yani ilanın sonuçsuz kalması durumunda ise, mahkemece gaiplik kararı verilir ve hâkimin bildirmesi üzerine ölüm kütüğüne kaydolunur (TMK m.35/1, m.45).
Gaiplik kararının aksini ispatlamak mümkündür, bu açıdan gaiplik kararı bir karine niteliğindedir. Örneğin gaibin çıkıp gelmesi durumunda karar hükümsüz hâle gelir. Diğer taraftan gaiplik kararı geçmişe etkilidir. Yani kişiden en son haber alınma tarihine veya kazaya dayalı bir gaiplik süreci söz konusu ise kaza tarihine kadar geri götürülür (TMK m.35/2), kişi o tarihten itibaren ölmüş gibi hukuki süreç yürür. Gaipliğin evliliğe etkisi açısından hukuki durum ayrıca ve farklı olarak düzenlenmiştir (TMK m.131). Gaibin eşinin evliliğin feshini gaiplik talebi ile birlikte ya da ayrıca dava etmesi gerekir (bu konudaki ayrıntılar için bk.). Bu arada gaiplik kararı ile birlikte birtakım yükümlülükler kapsamında miras mirasçılara geçer. Olur da gaip çıkıp gelirse, mirasçılar aldıkları paylarını gaibe iade ederler, mirasçılar iyiniyetli iseler, ellerinde ne kaldıysa onu iade ederler. Bu konuların ayrıntıları miras hukukunu ilgilendirir.