
Antarktika'ya Gitmek Yasak mı?
Antarktika'ya seyahat kuralları, turistik geziler, araştırma izinleri ve çevresel koruma hakkında merak edilen tüm detaylar burada!
Nermin Yıldırım, çağdaş Türk edebiyatında güçlü anlatımı, derin karakter yaratımı ve incelikli diliyle öne çıkan bir yazar. Misafir, onun edebi yetkinliğini ve toplumsal meseleleri işleyişindeki ustalığını bir kez daha kanıtlayan, hem ürkütücü hem de düşündürücü bir roman.
Bu kez Yıldırım, okuru, alışılmışın dışında bir akıl hastanesinin kapısından içeri davet ediyor. Ancak burası sıradan bir hastane değil; hemşirelerin “abla”, hastaların “misafir”, başhekimin ise “baba” olarak adlandırıldığı, baskıcı kuralların her geçen gün daha da katılaştığı tuhaf ama bir o kadar da tanıdık bir dünya… Bu dünya, yalnızca dört duvar arasına sıkışmış bir hastaneden ibaret değil; aynı zamanda dış dünyanın hem bir yansıması hem de onun bir mikrokozmosu gibi.
Roman, iki kadın karakterin ekseninde şekillenir: Esin ve Rikkat. Esin, genç ve geçmişe dönük bir bakışa sahipken, Rikkat yaşlı ve geleceğe bakan bir figürdür. Biri Ev sahibi, diğeri misafir olarak konumlanan bu iki kadın, akıl hastanesindeki gündelik yaşamın ve insan ruhunun sınırlarını keşfederken, içeridekilerin ve dışarıdakilerin aslında nasıl birbirine benzediğini gözler önüne serer.
Baskıcı düzenin hüküm sürdüğü bu akıl hastanesinde, deliliğin ve normalliğin sınırları belirsizleşir. Burası, bireysel çılgınlıkların toplumsal deliliğe dönüşebildiği, gerçek dünyadan farksız ama onun bir parçası gibi işleyen bir sistemdir. Yıldırım, bu dünya üzerinden, toplumsal baskının, bireysel özgürlüklerin ve insanın kendine sığınma ihtiyacının izlerini sürer.
Esin ve Rikkat, romanın merkezinde yer alsa da, akıl hastanesinin içindeki diğer karakterler de hikâyeye güçlü bir derinlik kazandırır. Nermin Yıldırım, her bir karakteri özenle işleyerek onların kişisel geçmişleri, travmaları ve hayalleri aracılığıyla insan ruhunun kırılgan yönlerini gözler önüne serer.
Esin, gençliğiyle geleceğe dair umut besleyen, ancak bu sistemin içinde kaybolmamak için mücadele eden bir karakterdir. Rikkat ise geçmişiyle hesaplaşan, her şeye rağmen içinde bir şefkat barındıran ama yaşanmışlıkların ağırlığını taşıyan bir figürdür. Onların hikâyeleri, bireyin yalnızca toplumla değil, kendisiyle de nasıl mücadele ettiğini gösterir.
Akıl hastanesindeki diğer karakterler de romanın temel taşlarını oluşturur. “Baba” olarak anılan başhekim, otoritenin ve sistemin baskısını simgelerken, hemşireler ve diğer hastalar, sistemin içinde
Yıldırım, Misafir’de yarattığı akıl hastanesini, yalnızca kapalı bir mekân olarak değil, toplumun otoriter ve baskıcı yüzünün bir metaforu olarak işler. Burada, bireyin kendi normalliği sorgulanır, kuralların katılığı arasında insan olmanın anlamı irdelenir.
Hastane, içeridekiler ve dışarıdakiler arasında keskin bir sınır çizmiyor; aksine, dış dünyanın da en az bu hastane kadar garip, baskıcı ve düzenli deliliğe teslim olmuş bir yer olduğunu sezdiriyor. Böylece roman, toplumun genel yapısını sorgulayan felsefi ve sosyolojik bir boyut kazanıyor.
Nermin Yıldırım’ın edebi üslubu, Misafir’de yine kendine özgü derinliğiyle öne çıkıyor. Şefkatli ama sarsıcı bir anlatım, ince bir mizah ve buruk bir gerçekçilik ile harmanlanıyor.
Yazarın dili, her zamanki gibi zengin ve incelikli. Betimlemeleri, diyalogları ve karakterlerin iç dünyalarını anlatış biçimi, okuru romanın melankolik ama umut dolu atmosferine çekiyor. Mizah ve hüzün, ince bir denge içinde aktarılıyor; böylece roman, yalnızca karamsar bir tablo çizmek yerine, okuyucusuna içinde bulunduğu dünyayı daha farklı bir gözle görme şansı tanıyor.
Normallik ve delilik: Kim gerçekten deli, kim aklı başında? Toplumun normallik algısı nasıl şekillenir?
Baskıcı düzenler: Gücün ve otoritenin birey üzerindeki etkisi nasıl işler?
İçeridekiler ve dışarıdakiler: Akıl hastanesinde olanlar mı gerçekten tutsak, yoksa dışarıdaki dünya mı daha büyük bir hapishane?
İnsanın sığınma ihtiyacı: Birey, yaşamın zorluklarından kaçmak için hangi limanlara sığınır?
Bu temalar, romanı basit bir distopyadan çıkararak, derinlemesine bir toplum eleştirisine dönüştürüyor.
Nermin Yıldırım – Misafir, hafıza, kimlik, bireysel ve toplumsal çılgınlık gibi kavramları derinlemesine işleyen etkileyici bir roman. Yazar, baskıcı sistemleri ve bireyin kendine yabancılaşmasını, hem gerçekçi hem de metaforik bir şekilde ele alarak unutulmaz bir hikâye sunuyor.
Yıldırım’ın şefkatli ama sarsıcı anlatımıyla dokuduğu bu roman, normalliğin sınırlarını, bireyin kendine ve topluma yabancılaşmasını ve sığınacak bir yer arayışını etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor. Akıl hastanesinde geçen bu hikâye, aslında çok tanıdık bir dünyayı yansıtıyor: Bizim dünyamızı.
Alıntılar
1. ...filmlerdeki şen şakrak aileler gibi değiliz biz burada. Daha çok gerçek ailelere benziyoruz. Sustuğu konuştuğundan ağır tutan, konuşsa bile birbirini pek anlamayan, kendi isteği dışında bir araya gelmiş uyumsuz bir kalabalığız.
2. Gözetlendiğinizi bildiğinizde, davranışlarınız doğallığını kaybediyor, hatta sizin davranışlarınıza benzemekten tümüyle çıkıyor. Müthiş rahatsız edici bir şey bu.
3. Ne tuhaf, duygularımız elbiselerinden sıyrılıp soyunduğunda, kendilerinden çok düşmanlarına benziyor. Olduğu şeyi olmadığıyla gizlemeye çalışıyor insan. Babamın, korkusunu öfkesiyle örtmeye çalışması gibi.
4. Tolga, ilk öpücüğüm, alnıma değen sararmış perçem, tişörtümün altına yol almaya çalışan meraklı el... O uyuz eli durduracağım diye öpüştüğümden de bir şey anlamamıştım. Bir avuç meme uğruna ilk öpücüğümün içine etmişti serseri. Neyse, Tolga tatlıydı, perçemleri güzeldi. Ben artık öpüşmüş bir kızdım. O da biraz büyümek gibi bir şeydi.
5. Aslında o yıllarda dahi, içimden geçenleri kolay kolay kimselere sezdirmezdim abimler çağırmazsa mesela, katiyen peşlerine takılmaz, ben de geleyim mi, diye sormazsa tenezzül etmezdim hatta çağırsalar bile, yokuşa sürüp nazlanır, çoğu zamanda gitmezdim istenmediğini bilen pekçok zavallı gibi, çağrıyı incelenmiş incinmiş Gururuma sığınmakla arardım istenmediğini düşünenler, onları istemeyenleri kendilerinden mahrum bırakmak gibi gümüş ve çaba içine girerler benim yaptigimda tastamam buydu.
6. Ah gençlik, ah çocukluk... Yaşarken kıymeti bilinmeyen sıradan anların uçuculuğu. Mutluluğu hep gelip omza konacak şatafatlı, ağır bir masal kuşu gibi hayal etme hatası. Yıllarca beklediği şeyin, içinden geçtiği hafif anlarda kanatlanmış, minik, basit sevinçlerden ibaret olduğunu insanın bu kadar geç anlaması, ah.
7. ...Canan onun dertsizlikten zorla dert sahibi olan dangalaklardan biri olduğunu düşünüyor. Hatta sırf çevresine hava atmak için bile gelmiş olabilirmiş. Bazı entel ortamlarda deliliğin borsa değeri reel piyasalardan yüksekmiş. Gülçin'in burada ne aradığını bilmem ama itici bir tip olduğu kesin.
8. Kendini taklit etmek en zor şey.
9. Suçluluk batalık gibi pis bir duygu, girersen gömülürsün. İnsan kendine öyle abanmamalı.
10. Punk's not dead... Punk bir tavır. Otoriteyi, öğretilenleri, beklentileri sallamamak, kalıplara dil çıkarmak, algıyı bozmak. Anarşi, uyumsuzluk biraz da. Yani serserilik ölmedi de diyebiliriz,"...
11. İşin esası, gençliğimde de kendimi güzel bulmazdım fakat gençliğin bizatihi güzellik olduğunu yaşlanınca anladım.
12. Cehennemi görmedim hiç, yine de unutulmakla bir ilgisi olduğundan eminim.
13. Galiba dürüstlük, ancak bize yöneltilmediğinde erdem sayabildiğimiz ürkütücü bir özellikti.
14. Hayatta hiçbir şeyin hatırlandığı gibi olmadığını öğrenecek kadar yaşadım. Bazen bir şeylerin nasıl hatırlandığının nasıl yaşandığından daha mühim olduğunu öğrenecek kadar da. Hakikat yaşandığı an kadar, hatıra ömür boyunca.
15. Dışarıdayken Twitter'da ha bire dört patisi koparılmış köpeklerin, öldürülüp buzdolabına saklanmış çocukların fotoğrafına bakar, karakter kısıtlamamız elverdiği ölçüde küfredip rahatladıktan sonra, Instagram'a geçen yazdan kalma bol gülüşlü tatil fotoğrafımızı koyardık. Hem keçileri kaçırdığımızın hem de daha güzel günlere inanmaya çalıştığımızın ispatıydı bu.
16. ...bir kırgınlığı açık etmek, her şeye rağmen barışma arzusundan başka nedir ki?
17. Mutlu falan değildi; sadece mutsuz görünmeyi, küçük düşürücü, insanı zayıf gösteren bir âcizlik sanıyordu. Belki de geceleri sabaha kadar ağlıyordu. Ama sonra gündüzleri, devamlı gülmek, kahkahalar atmak, çevresindeki herkesi hayatının şahaneliğine inandırmak zorunda olduğu bir tür sahne performansına girişiyordu. Ondaki mutlu görünme çabası, muhtemelen mutsuzluğun kendisinden çok daha yorucuydu. Yine de bıkmadan usanmadan oynuyordu oyununu. Çünkü mutsuzluğundan utanıyordu. Benim başlangıçta mutluluk sandığım şey de buydu. Acıklı bir utanç duygusu.
18. Ateşi arayan yanar, buza inanan donar.