Oruç Ayetlerinin Tahlili İle İslamdaki Savm İbadetinin Tarifi 3

25.03.2024 / Din

ÜÇÜNCÜ AYET. Bakara/185

şehru ramadâne-llezî unzile fîhi-lkur-ânu huden linnâsi vebeyyinâtin mine-lhudâ velfurkân(i)(c) femen şehide minkumu-şşehra felyesumh(u)(s) vemen kâne merîdan ev ‘alâ seferin fe’iddetun min eyyâmin u?ar(a)(k) yurîdu(A)llâhu bikumu-lyusra velâ yurîdu bikumu-l’usra velitukmilu-l’iddete velitukebbirû(A)llâhe ‘alâ mâ hedâkum vele’allekum teşkurûn(e)

Oruç Ayetlerinin Tahlili İle İslamdaki Savm İbadetinin Tarifi 3

Ozanca Bal Meal Bakara 185

(Oruç tutmanız / savm etmeniz gereken o sayılı günler,[1] mevsimlerden bir mevsim idi);

İnsanların kılavuzu olan bu Kur’an, el-Hüdâ katından[2] bu ayda indirildi [de kıymete bindi].[3]

Kur’an, el-Hüdâ katından, insanlara [uymaları gereken][4] beyyineler[5]  olması için gönderildi;

Kur’an, el-Hüdâ katından, insanlara hak ile bâtılı ayıran bir furkân / bir kanıt olsun diye verildi.

Artık bu aya gözcü / tanık olan kişiler,

[Bu Kur’an’ın kurallarınca] savm etsinler!

İçinizden her kim hastalanırsa veya olur ise seferde,

Tutamazsa orucunu, sayıyı tamamlasın diğer günlerde.

[Zira] Allah sizin için zorluk[6] dilemez, [diğer hayatta] kolaylık diler;[7]   

Bu yüzden, savm’ı mükemmelleştirmenizi ve Allah’ı yüceltmenizi ister;

Kendisi nasıl ki size doğru yolu göstererek, size hidayet / rehberlik eder,

Umulur ki her biriniz kendisine şükreder / emirlerini harfi harfine ifa eder.

KUR’AN’IN İNDİRİLDİĞİ AY OLAN RAMAZAN’DA, KUR’AN’IN ÖNEMİ BELİRTİLMEKTE VE SAVM’IN KUR’AN İLE YERİNE GETİRİLMESİ İSTENMEKTEDİR. DİĞER AYETLERLE BİRLİKTE DEĞERLENDİRDİĞİMİZDE BU AYETLERİN BÜTÜNÜNDEN ÇIKAN NETİCE, KUR’AN’IN DAHA DERİN DAHA YOĞUN ANLAŞILMASI VE BEYİNLERİN İLÂHÎ BİLGİLERLE DOLDURULMASI İÇİN MİDELERİN BOŞ OLMASI GEREKMEKTEDİR.  KUR’AN’I DAHA İYİ ANLAYABİLMEK İÇİN İSE VAKİT OLARAK RAMAZAN DIŞINDA GECENİN HERHANGİ BİR VAKTİNİN (73/20), RAMAZAN AYINDA İSE ÖZELLİKLE SEHER SAATİNİN SEÇİLMESİ GEREKMEKTEDİR (3/17).

Çünkü, Âl-i İmrân Suresi 17’nci ayette şöyle buyurulmaktadır:

“[Cennete girecek kimseler], seherlerde / sahurlarda af olunma talebinde bulunanlardır.”

MÜSLÜMANLAR, SEHERLERDE İSTİĞFARDA BULUNURLAR / SAHUR VAKİTLERİNDE BAĞIŞLANMA ÇARELERİ ARARLAR / O SİHİRLİ SAATTE SABAHLARA KADAR KUR’AN’I KELİME KELİME DİDİKLERLER, EDİNDİKLERİ BİLGİLERLE AFFEDİLMENİN PEŞİNE DÜŞERLER.  ÇÜNKÜ, ALLAH’TAN BAĞIŞLANMA DİLEMEK, ANCAK ONA YÖNELMEK, SALT KELİMELERİNE / KELÂMINA DÖNÜP KİTABIN TÜMÜNE SAHİP ÇIKMAKLA, KUR’AN’IN ÖNERİLERİNE HARFİYEN UYMAKLA MÜMKÜNDÜR. BKZ. 11/3. AYRICA BKZ. 2/37, 124, 208. 3/39; 4/46; 5/13; 6/115. ALLAH, İSTİĞFAR EDENLERE AZAP ETMEZ (8/33).

VELHÂSILIKELÂM BU AYETTEKİ SAVM, RAMAZAN MEVSİMİNDE SEHER VAKTİNDE YERİNE GETİRİLMESİ İSTENEN SIKI BİR KUR’AN TETKİKİDİR.

«Kur’an-ı Hakîm, madem Ramazan’da inmiş; o Kur’an’ın iniş zamanını hatırlamak sureti ile o semâvî hitabı güzel karşılamak için Ramazan-ı Şerif’te nefsin adi ihtiyaçlarından ve lüzumsuz hâllerden sıyrılmak ve yeme içmenin terkiyle meleklik vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’an’ı yeni nazil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki ilahi hitapları güya geldiği iniş ânında dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem’den işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Cenabı Hak’tan) dinliyor gibi bir kutsi hâlete mazhar olur. (Mektûbât, 29. Mektûb, 251[8]

Şehru ramadân: RAMAZAN AYI

«Şehr, Hilalin çıkmasıyla şöhret bulan bir zaman dilimidir veya güneşin bir nokta ile diğer bir nokta arasındaki dönme sürecindeki on iki kısımdan biridir. Allah Teâlâ buyurur ki: Allah’ın katında ayların sayısı on ikidir (9/Tevbe 36).»[9]

Elleżî unzile: [RAMAZAN AYINDA] İNDİRİLDİ

«İnzal bir defada, tenzil de zaman zaman indirmek demektir. Kur’an yirmi üç senede tedricen indirilmiştir.»[10]

«Kur’an, Kadir gecesi Levh-i Mahfûz'dan dünya semasına toptan olarak indirilmiş ve sonra kısım kısım yirmi üç senede vahiy ve tebliğ buyurulmuştur.»[11]

Fîhi: [RAMAZAN AYININ] İÇİNDE

«Kur’an bu ayda indirilmeğe başlandı. Burada mecaz vardır. Bu ayette Kur’an, Ramazan ayında, (Duhân:1-3) mübarek bir gecede (Kadir: 1) “Kadir Gecesinde” indirildiği ifade edilmektedir. Bu üç âyetten; “Kur’an Ramazan ayının mübarek gecesi olan kadir gecesinde indirilmeye başlanmıştır.” anlamı çıkar.»[12]

«Hz. Peygamber, Ramazan'ın Allah'ın isimlerinden biri olduğunu ifade buyurmuştur (Buhârî, İman 28). Bu durumda şehru ramazan (şehrullah=Allah'ın ayı) manasına gelir. Böylece "Allah'ın kitabı" ifadesiyle, "Allah'ın ayı" bir araya gelmektedir. Demek ki Ramazan ayı, Allah'ın kitabının indiği aydır. Diğer taraftan, Kur'an'ın Kadir gecesinde indiği ve Kadir gecesinin de Ramazan ayı içinde olduğu dikkate alınırsa aralarındaki ilişki daha net bir şekilde anlaşılır. Kur'an'ın Kadir gecesinde inmeye başladığını ve 23 yılda tamamlandığını dikkate alırsak, Kur'an'ın Kadir gecesini diğer günlere taşıdığını söyleyebiliriz. Böylece Kur'an'ı ihya eden, onu anlayan ve hayata geçiren insanlar diğer gün ve geceleri de Kadir gecesine çevirmiş olmaktadırlar.»[13]

«Kur’an, işte bu ayda indirilmiştir: Oruç, Kur’an’ın doğum kutlamasıdır. İşte içerisinde Kur’an o gece nazil olduğu için “bin aydan daha hayırlı” olan Kadir / kader / ölçü gecesini barındıran Ramazan ayını değerli kılan da buydu. Bu silsileyi izlersek: Ramazan’a hürmet Kur’an’a hürmettir, Kur’an’a hürmet Allah’a hürmettir. Ramazan’a hürmetin ölçüsü ise onu oruçlu geçirmektir. Çünkü o insanlığa rehber olan ve hakkı bâtıldan ayıran vahyi elinden tutarak insanlığa sunmuştur. Ramazan, kutsallığını Kur’an ayı oluşundan alır.»[14]

El-lkur-ânü: BU KUR’AN [RAMAZAN AYININ İÇİNDE İNDİRİLDİ]

Kur’an-ı Kerîm, Peygamberimiz (s.a.v)’e özel bir şekilde indirilip bize tevatüren nakledilen Kelâmullah’ın ismidir. Kur’an-ı Kerim’in iniş amacı, yalnız okunup sevap kazanılması ve saygı ile duvara asılmasından ibaret değildir. Asıl amaç, anlamına eğilmek ve günlük hayatımızda gücümüz yettiği ölçüde onu uygulamaya ve toplum hayatına hâkim kılmaya çalışmaktır.»[15]

«Kıyâmet Sûresi 18’de Allah Teâlâ buyurur ki:

Onu okuduğumuzda, okunana uy sen sadece /

Kur’an’ı takip ve tetkik et; [tertil eyle her gece][16]

İbn Abbâs bu ayeti şöyle yorumlamaktadır: Biz onu, senin göğsünde toplayıp yerleştirdiğimizde onunla amel et.

Allah’ın gönderdiği kitaplar arasında bu Kitabın Kur’an diye isimlendirilmesi, diğer bütün ilâhî kitapların semeresini / meyvesini topladığı içindir. Dahası, bütün ilimlerin meyvesini topladığı içindir.»[17]

hüden linnâsi: [BU KUR’AN], İNSANLARA HİDAYET / YOL YORDAM ÖĞRETMEK İÇİN İNDİRİLDİ

«Hidâyet, güzel, yumuşak bir şekilde yol göstermektir.

Yüce Allah’ın insanlara hidâyet vermesi dört şekilde olur:

Birincisi: Akıl, zekâ, zaruri bilgilerle donatılmış her insanın yükümlü tutulduğu hidâyet. Bundan herkes kendi yeteneği, gücü, imkânı oranında istifade eder. Allah Teâlâ buyurur ki:

“Musa dedi: Bizim Rabbimiz her şeye şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir.” (20/Tâhâ 50).

İkincisi: Peygamberlerin dili, Kur’an ve benzeri kitapları göndermek suretiyle insanlara yaptığı çağrı şeklinde ortaya çıkan hidâyet. İşte yüce Allah’ın şu ayette dile getirmek istediği de budur:

“Onları buyruğumuz altında doğru yolu gösterecek önderler kıldık.” (21/Enbiyâ 73).

Üçüncüsü: Sadece hidâyete erenlerin elde ettikleri başarabilme imkânı sağlamaktır.

Yüce Allah’ın şu sözünde kastedilen de budur:

“Doğru yola girenlere gelince, Allah onların hidâyetlerini artırmış ve onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham etmiştir.” (47/Muhammed 17).

“Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür.” (64/Tegâbun 11).

“Hiç şüphesiz iman edip sâlih ameller işleyenleri, imanlarından dolayı Rableri hidâyete erdirir.” (10/Yûnus 9).

Yine buyurur ki: “Bizim yolumuzda cihat edenleri / gayret gösterenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.” (29/Ankebût 69).

Dördüncüsü: Ahirette cennetin yolunu göstermektir. Bu da yüce Allah’ın şu sözlerinde kastedilen hidâyettir: 

“Allah onları doğru yola iletecek ve durumlarını düzeltecektir.” (47/Muhammed 5).

“Eğer Allah bizi doğru yola sevk etmeseydi biz doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişler, derler.” (7/A’râf 43).

İhtidâ’, insanın seçme özgürlüğünü kullanarak yaptığı inceleme ve araştırma sonucunda ulaştığı sonuç ve karara mahsus bir anlama işaret eder. Hidâyeti isteyen, onu arayandır.

Şu ayetler buna işaret etmektedir:

“Allah da kâfir olan bir kavmi doğru yola iletmez” (9/Tevbe 37).

“Allah, zalimler güruhunu hidâyete erdirmez” (9/Tevbe 109).

“Herhâlde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz” (39/Zümer 3).

“Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini hidâyete erdirir” (64/Tegâbun 11).

“Doğru yola girenlere gelince, Allah onların hidâyetlerini artırmış ve onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham etmiştir” (47/Muhammed 17).»[18]

«Hidâyet hem kâfirlere hem de müminlere verilmiş bir lütuf olmasına rağmen müminler, bu lütfu kabul ederek Allah'ın hidâyetine ermişler. Kâfirler ise yüz çevirmeleri nedeniyle mahrum kalmışlardır. Burada en temel figür yine insan olmuştur. Fiillerin yaratılması noktasında insana verilen güç ve rolün burada da öne çıkarıldığı görülmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Allah, insana hidâyet ve dalâlet şeklinde iki yol dan birini tercih etme hürriyetini vermiştir. İnsan burada hangi yolu irade edip tercihte bulunursa Allah da kulunu o yola ulaştırmaktadır. Hidâyete erdirme ve dalâlete düşürme her ne kadar Allah'ın ilmi ve kudretiyle gerçekleşse de bunun temelinde insan iradesiyle yapılan bir tercih söz konusudur. Bu sebeple de kulun diğer fiillerinde olduğu gibi hidayet mevzuunda da herhangi bir zorlama ve tercihine müdahale asla bulunmamaktadır.»[19]

Hidayetin zıddı dalâlettir. Peki, dalâlet nedir?

«Dalâl veya dalâlet, “bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, azmak ve sapmak”tır. Genellikle “maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen sonuca götürmeyen bir yola girmek” veya “istenen her türlü neticeye ulaştırıcı yoldan ayrılmak” şeklinde tarif edilen dalâlet daha çok “dinî yoldan sapmak” anlamında kullanılır (et-Taʿrîfât, “Ḍalâlet” md.; Tehânevî, Keşşâf, “Ḍalâl” md.).[20]

«Kur’an ve sünnete göre dalâlet, “Yegâne hak din olan İslâmiyet’ten sapmak, ondan mahrum kalmak”, yahut “helâl kılınan sahayı aşarak haram kılınana tecavüz etmek” anlamını ifade eder (İsmâil Hakkı Bursevî, Furûḳu Ḥaḳḳī, s. 160). Dalâletle ilgili kelimelerden biri de tuğyandır ki “gerçekten haberdar olduktan sonra meşru sınırları aşıp azmak” anlamında kullanılır.

Dine bağlılığın zayıfladığı dönemlerde insanların çoğuna uymak, ayrıca önemli bir dalâlet sebebi olarak gösterilmiştir (el-En‘âm 6/116-117). İnsanları hak yoldan uzaklaştıran bu saptırıcıların tuzağından kurtulmanın, ancak hidâyet rehberi olarak gönderilen Peygamber’e ve onun getirdiği ilâhî kitaba uymakla mümkün olduğu vurgulanır (el-Bakara 2/38; Tâhâ 20/123).

Dalâletle ilgili ayet ve hadislerin mukayeseli bir şekilde incelenmesinden şu sonuca ulaşmak mümkündür:

Doğru yolu bulmak veya doğru yoldan sapmak insanların kendi irade ve tercihlerine bağlı olduğundan bir bakıma kendi ellerindedir. Allah bütün insanlara doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak temyiz gücü vermiş, ayrıca özendirici ve uyarıcı olmakla görevlendirdiği peygamberler vasıtasıyla insanların yolunu aydınlatan kitaplar indirmiştir. Bu kitaplarda helâli haramı, faydalıyı zararlıyı, hayrı ve şerri açıklamış ve bundan dolayı insanları sorumlu tutmuştur.

Bazılarınca ileri sürüldüğü gibi Allah hak ile bâtılı göstermeden, insana temyiz gücü verip tercih hakkı tanımadan dilediğini dalâlete, dilediğini hidâyete sevk etmiş olsaydı peygamber göndermenin, kitap indirmenin bir anlamı kalmaz, ceza ve mükâfatın da makul bir dayanağı olmazdı. Nitekim Allah Kur’an-ı Kerîm’in muhtelif ayetlerinde, eğer dileseydi bütün insanları hidâyete erdireceğini beyan etmiştir (meselâ bk. er-Ra‘d 13/31; es-Secde 32/13). Fakat böyle bir yöntem, “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (el-Kehf 18/29) ilkesine, ayrıca kâinatın yegâne şuurlu varlığı olan insanoğlunun seçim hürriyetine aykırı düşmektedir. Şüphe yok ki sınırsız kudrete sahip bulunan Allah bir şeyin olmasını dilerse o mutlaka olur. Ancak insan için belirlediği statü içinde onu şuurlu ve sorumlu tutmuş, buna bağlı olarak da doğru veya yanlış yoldan birini tercih etmeyi kendisine bırakmıştır.»[21]

«Dalâlette kalanları da üç grupta ele almak mümkündür:

1. Hak dinin varlığından hiçbir şekilde veya dikkat çekecek ve merak uyandıracak kadar haberdar olmayanlar.

2. Hak dinin varlığından yeterince haberdar oldukları halde onu benimsemeyenler. Bunlar Kur’an-ı Kerîm’de çokça söz konusu edilen müşrikler, kâfirler ve münafıklardır.

3. İslâmiyet’i benimsedikleri halde onun itikadi, amelî ve ahlâkî hükümleri konusunda yeterli bilgi sahibi olmayanlar veya bildikleriyle amel etmeyenler.»[22]

Vebeyyinâtin: İNSANLAR İÇİN BEYYİNELER OLSUN DİYE

BEYYİNELER / DOĞRU İLE EĞRİYİ BİLDİREN BELGE NİTELİĞİNDEKİ BİRTAKIM AYETLERDİR.

«Ayetteki HÜDEN ve BEYYİNÊTİN kelimeleri, hâl tümleci olmak üzere nasb edilmiş olup, ayet; “Kur’an insanları hakka yönelten / hakka erdiren bir kılavuz, hak ve bâtılı birbirinden ayıran türden doğru yolun apaçık delilleri / açık seçik ayetler olarak indirilmiştir” şeklinde tefsir edilmelidir.»[23]

«BEYENE kelimesi, iki şey arasındaki boşluğu ve onların ortasını göstermek için kullanılan bir kelimedir. Cenabı Allah şöyle buyurur: “İki bağın arasına bir tahıl tarlası koymuştuk” (18/Kehf 32).

BÊNE KEZÊ deyimi, ayrıldı, gizli olan şey ile onda gizli olan ortaya çıktı demektir. Kelimede ayrılmak ve ortaya çıkış, görülmek manası esas alındığından, bu her tekil varlık için kendi başına da kullanılabilmektedir. Dibi derin kuyuya bu açıdan BENÛN adı verilmiştir. Çünkü kuyunun ağzı ile dibi arasındaki mesafe uzaktır ve onun ipi sahibinin elinden ayrılmaktadır.»[24]

«Beyyine, “bir hakkın veya kendisine hukukî sonuç bağlanan bir olayın ispatını sağlayan özel kati delil” demektir.»[25]

«Beyyine, gerçeği açık bir şekilde ispatlayan kesin delil anlamında kullanılan bir terimdir. Beyyine “ayrılmak, uzaklaşmak ve ayırmak, uzaklaştırmak” manasındaki beyn veya “açık seçik olmak, açık seçik hale getirmek” anlamındaki beyân kökünden sıfat olup “apaçık delil, hüccet, kesin belge” demektir. Kelimenin kökünde bulunan “ayrılmak” ve “açık seçik olmak” manaları birbirini tamamlayıcı bir nitelik taşır. Şöyle ki: Tamamen meçhul veya az çok kapalı olan bir bilgi konusu önce benzerleri arasından tefrik edilir, sonra da rahatlıkla bilinebilecek açık ve seçik hale gelir veya getirilir. Bu niteliği taşıyan bir husus tamamen veya kısmen bilinmeyen başka hususlara da kılavuzluk yaparak onların bilinmesini sağlar ve bu sebeple ona “doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran belge” anlamında beyyine denir.

Beyyine, Kur’ân-ı Kerîm’de biri müzekker (beyyin) olmak üzere yirmi defa geçmekte ve daha çok “aklî ve naklî delil, hüccet, açık belge, herkesçe bilinen tarihî olaylar, bu olaylara tanıklık eden harabeler, vahiy” ve özellikle “Kur’an-ı Kerîm, nübüvvet müessesesi, son peygamber Hz. Muhammed, mucize, Hz. Salih’in mucizesi olan deve” (el-A‘râf 7/73) manalarında kullanılmaktadır. Aynı kelimenin çoğulu olan beyyinât ise elli iki yerde tekrarlanmakta ve genellikle “ayetler” manasına gelmekte veya âyât kelimesini nitelemektedir. “Âyâtün beyyinât” (apaçık ayetler, belgeler) terkibi bir yerde (Âl-i İmrân 3/97), Makām-ı İbrâhim başta olmak üzere Kâbe’de bulunan ve “ibret verici hâtıralar taşıyan tarihî belgeler” manasında kullanılmıştır. Hz. Mûsâ’ya verilen “dokuz açık belge”den bahseden ayette ise (el-İsrâ 17/101) dokuz beyyinenin Hz. Mûsâ’ya ait mûcizeler veya ona verilen dokuz emir manasına geldiği kabul edilmiştir (bk. Taberî, XV, 171-173). Bir başka âyette de (ez-Zuhruf 43/63) Hz. İsa’ya verilen beyyineler yine aynı ayette “hikmet” diye tefsir edilmiştir.

“Açıklamak, belgelendirmek, ihtimalleri ve şüpheleri ortadan kaldırıp gerçeği apaçık bir şekilde ortaya koymak” anlamındaki beyn-beyân kökünden türeyen 250’yi aşkın kelimenin, ayrıca bilgi ve belge kavramlarını destekleyen hidayet, tafsil, tasrif ve benzeri birçok lafızların Kur’an-ı Kerîm’de yer alması bütünüyle İslâm doktrininin bilgiye, belgeye dayandığını, akıl ve basirete hitap ettiğini gösterir. Nitekim, “De ki işte benim yolum: Ben de bana uyanlar da basiret prensibine bağlı olarak Allah’a davet etmekteyiz” (Yûsuf 12/108) mealindeki ayet-i kerime İslâm doktrininin bu temel özelliğini ifade eder.»[26]

Mine-lhüdâ: EL-HÜDÂ / D0ĞRU YOLA İLETEN EN YETKİLİ MERCİ CİHETİNDEN

min el hudâ: Hüda'dan.[27]

«Hüdâ, “Doğru yolu göstermek, rehberlik etmek” anlamındadır.» [28]

«Hüdâ ve hidâyet kelimeleri dil yönünden birbirine denktir. Yalnız Yüce Allah hüdâ terimini bizzat kendisinin kontrol ettiği ve verdiği, insanın müdahalesi olan başka türlerinden ayırıp kendine mahsus işler sahasında kullanmıştır.» [29]

«Hüdâ kelimesi, mastar olarak “doğru yol, kılavuzluk”, isim olarak da “talep edilene ulaştıracak yola kılavuzluk etmek ya da talep edilen şeye ulaştıracak yolu göstermek” anlamına gelmektedir.»[30]

«Hüdâ (hidâyet), “doğru yola girmek, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak doğru yolu göstermek” anlamında bir terimdir. “Doğru yol, kılavuzluk” anlamında isim olarak kullanılır ve “amaca ulaştıracak yolu göstermek, bu yol için kılavuzluk etmek” diye de tanımlanabilir (Kāmus Tercümesi, “hdy” md.; Ebü’l-Bekā, s. 952-953). Bu kavram Kur’an’da, çeşitli fiil kiplerinin yanı sıra hâdî, hüdâ, mühtedî isimleriyle birlikte 300’den fazla yerde tekrarlanmakta ve büyük çoğunlukla Allah’a izafe edilmektedir (Bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “hdy” md.).

İbn Kuteybe, kelimenin temel anlamının “yol gösterme, kılavuzluk etme” olduğunu belirttikten sonra bu yol göstericiliğe peygamberlerin davetini (irşad), Allah’ın canlılara verdiği hayatı sürdürme yeteneğini ve yine Allah’ın dilediğine lütfettiği başarıyı örnek olarak zikretmiştir (Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân, s. 443-444).

Hidâyeti genellikle “sonuca ulaştıracak şekilde yol gösterme” diye tanımlayan Mu‘tezile âlimlerine göre mükellefin sorumlu tutulabilmesi için onun Allah tarafından gösterilen doğru yolu kendi iradesiyle benimsemesi veya reddetmesi gerekir. Bundan dolayı kişinin hidâyete ermesi ilâhî bir müdahaleye bağlı olarak gerçekleşmez. Allah, kurtuluşa götüren yolu bütün kullarına peygamberler ve ilâhî kitaplar vasıtasıyla açıklayıp göstermiştir. Hidâyet konusu Kur’an’da daha çok bu çerçevede yer almış ve ilâhî hidâyetin bu anlamda bütün mükellefleri kapsayıcı bir mahiyet taşıdığına işaret edilmiştir. Bu umumi hidâyetin dışında Allah’ın bazı kullarına tahsis ettiği hususi bir hidâyet daha vardır ki o da gösterilen doğru yolu benimseyen müminler içindir. Allah, imanlarını kuvvetlendirmek ve İslâm’da sabit kalmalarını sağlamak üzere doğrudan veya dolaylı bir şekilde müminlerin kalplerine basiret verir, onlara havâtır yoluyla imanlarını teyit eden bilgiler öğretir.» [31]

«Havâtır, insanın iradesi dışında zihnine gelen veya kalpte hissedilen duygu ve düşünceler anlamında bir terimdir. “Aklına gelmek, hatırlamak, içine doğmak” anlamındaki hutûr kökünden türeyen hâtır kelimesinin çoğulu olup insanın iradesi dışında zihnine gelen iyi veya kötü düşünceleri ifade etmektedir.»[32]

«Böylece müminlere kâfir, zalim ve fasık kullarından farklı bir hidâyet vermiş olur. Allah’ın müminleri hidâyete erdirmesi, iman ve itaatlerine karşılık olarak onları mükâfatlandırıp cennete koyması veya müminleri “mühtedî” diye adlandırması şeklinde de te’vil edilebilir. Nitekim Kur’an’da ilâhî hidâyet bu anlamlarda kullanılmıştır. Allah’ın kâfir, zalim ve fasık kullarını hidâyete erdirmeyeceğini ifade eden ayetler, onların gösterilen doğru yolu benimsemeyişlerinin dünyada başlayan bir cezası olarak hususi hidâyetten (tevfîk) mahrum bırakılmaları tarzında anlaşılmalıdır. Şu halde Allah’ın dilediklerini hidâyete erdirmesi, dilediklerini de saptırması gösterilen hidâyet yolunun benimsenmesi veya reddedilmesiyle ilgilidir (Eş‘arî, Maḳālât, s. 261; Kādî Abdülcebbâr, s. 61-65, 616, 656).» [33]

«Tevfîk, Allah’ın hayırlı işlerde kişiyi başarılı kılması anlamında kelâm terimidir. Terim olarak “Allah’ın, kulların fiillerini sevdiği ve razı olduğu şeye uygun kılması” demektir (et-Taʿrîfât, “vfḳ” md.). Tevfîk, “Allah’ın isyankâr kullarından yardımını kesmesi” anlamındaki “hızlân”ın karşıtıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de vefk kavramı dört yerde sözlük anlamıyla geçmektedir. Hz. Şuayb kendi ümmetine peygamberlik görevini ve sorumluluklarını anlatırken başarısının, ancak Allah’ın yardımıyla (tevfîkiyle / muvaffak / başarılı kılmasıyla) gerçekleşebileceğini söylemiştir (Hûd 11/88).»[34]

«Mâtürîdî âlimleri de hidâyetin “doğru yolu gösterip açıklama ve ona ulaştırma” olmak üzere iki anlama geldiğini kabul ederler. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Allah’ın, hidâyeti veya dalâleti benimseyecek kullarına dair bilgisi uyarınca bir kısmını hidâyete, bir kısmını dalâlete sevk etmeyi dilediğini ve herkesi buna uyum sağlayacak şekilde yarattığını söyler. Ona göre bu husus ayetlerde açıklanmıştır. Nitekim Allah’ın hidâyete erdirmeyi dilediği kimsenin kalbini İslâm’a açacağını açıklaması (el-En‘âm 6/125) bunu göstermektedir. Beyâzîzâde Ahmed Efendi ve Elmalılı Muhammed Hamdi, Allah’ın ihtidâyı yaratmak suretiyle kulu hidâyete erdirmesinin onun hidâyeti benimseme iradesi göstermesiyle irtibatlı olduğuna dikkat çekmişler ve ilâhî kitaplar aracılığıyla gerçekleşen yol göstericiliğin etkili olup ilâhî tevfîkin tahakkuk etmesi için kişinin kendi isteğiyle hidâyete yönelmesinin büyük önem taşıdığını söylemişlerdir; zira Allah hiç kimseyi zorla saptırmadığı gibi cebren de hidâyete erdirmez (İşârâtü’l-merâm, s. 225, 227; Hak Dini, I, 167-168; III, 2087). Elmalılı’ya göre her insanın hayatında hidâyeti tercih etmesini mümkün kılacak bir süre mevcuttur. Bu süre içinde hidâyeti tercih etmesi onun isteğine bağlıdır. Ancak tercihini kötü yönde kullanıp hidâyete yönelmeyenlerin ondan mahrum kalması kaçınılmaz bir durumdur (a.g.e., IV, 2982-2983).

Hidâyet konusundaki tahlilleri dikkat çekici bir nitelik taşıyan İbn Kayyim el-Cevziyye’ye göre, akıl yürütme kabiliyetinin yanı sıra mükellef tutulan insanlara peygamberler ve ilâhî kitaplar aracılığıyla doğru yolun gösterilip açıklanması onların hidâyete ermeleri için gerekli ise de yeterli değildir. Kulun hidâyete ermesi için gösterilen yoldan gitmeyi istemesi ve ona yönelmesi şarttır. Eğer kul bu tavrı göstermezse Allah ceza olarak onu saptırır ve hidâyetten yoksun bırakır. Zira Allah’ın verdiği nimeti inkâr edenin o nimetten mahrum bırakılması ilâhî bir âdettir. Kulun daima ilâhî hidâyete ihtiyacı vardır, bundan dolayı Allah’tan hidâyet dilemesi emredilmiştir. Kul O’nun gösterdiği inanç, ibadet ve davranışlar bütününden oluşan hidâyet yoluna yönelirse bunun bir mükâfatı olarak hidâyete ermesini sağlayacak olan asıl hidâyet tecelli eder. Bu da Allah’ın, doğru yolda gitmesini gerektiren irade ve ilhamı kulun kalbinde yaratmasıdır.

İbn Kayyim’e göre hidâyete ermenin gerçekleşmesi için biri Allah’a, diğeri kula ait olan iki fiil gereklidir. Kulun Allah’ın gösterdiği yola yönelmesi ikinci bir hidâyeti celbettiği gibi ilâhî emirlere uymaya devam etmesi yeni hidâyetleri celbeder ve Allah böyle kimselere her konuda çıkış yolunu gösterir. İlâhî emirlere uyan kul sonunda cennete konulmak suretiyle hidâyetin zirvesine erdirilir (Şifâʾü’l-ʿalîl, s. 79-85; a.mlf., el-Fevâʾid, s. 168-170).

Muhammed Reşîd Rızâ da hidâyeti, “Allah’ın, bütün kullarına gösterip açıkladığı doğru yola girmeyi ona yönelenlere kolaylaştırıp yardımda bulunması” diye açıklar ve en büyük hidâyet kaynağı olarak Kur’an’ı kabul eder. Ona göre Allah kişinin bedenini ve ruhunu yarattığı gibi hidâyetini yaratmaz. Ancak insan Kur’an’a iman edip bağlandığı takdirde Cenabı Hak ondan yardımını esirgemez ve kendisine dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak yolu gösterir; onu, duyularını ve aklını kullanarak hem ilâhî kitaptaki ayetleri hem de kâinat kitabındaki delilleri anlamaya muvaffak kılar. Buna karşılık Kur’an’ı ısrarla inkâr eden kimseyi de sapıklıkta bırakır. Burada önemli ve etkili olan insanın umumi hidâyet karşısındaki tutumudur (Tefsîrü’l-Menâr, I, 64; II, 290; VI, 305-306; VII, 402-403).

Şiî âlimleri genellikle hidâyetin tekvinî ve teşriî olmak üzere iki kısımdan oluştuğunu kabul ederler. Onlara göre tekvinî hidâyet, Allah’ın canlı ve cansız varlıklara yaratılış amaçlarına uygun özellikler vermesidir. Teşriî hidâyet ise umumi ve hususi gruplarına ayrılır. Umumi hidâyet, Allah’ın doğru yolu gösterip açıklayan ilâhî kitaplar, peygamberler ve onların vârisleri olan muslihler göndermesidir. Bu hidâyet bütün insanlar ve cinler için geçerlidir. Eğer böyle olmayıp da bazı kullara has olsaydı bu cebri gerektirirdi. Hususi hidâyet ise umumi hidâyetten faydalanmak isteyenlerin sâlih amel işlemeye muvaffak kılınmalarıdır. Naslarda Allah’ın hidâyete erdirmeyi dilediği bildirilen kimseler bunlardır, hidâyete erdirmek istemediği kimseler ise umumi hidâyetten yüz çevirenlerdir (Muhammedî er-Reyşehrî, X, 319-333; M. Mekkî el-Âmülî, I, 732-739).

Hidâyet kavramı Kur’an-ı Kerîm’de ekseriyetle Allah’a izafe edilmekle birlikte ilâhî vahye, peygamberlere, meleklere, fert olarak insana ve ümmetlere de nispet edilmektedir (yk.bk.). Ebü’l-Bekā’nın da işaret ettiği gibi (el-Külliyyât, s. 953) hidâyetin şer‘î kullanılışı daha çok Mu‘tezile’nin görüşü doğrultusundadır, ancak bunun hakiki veya mecazi manada olduğu tartışmalıdır. Bazı ayetlerde Allah’ın bütün insanları hidâyet üzere bulundurmaya muktedir olduğu, fakat bunu dilemediği beyan edilir (el-En‘âm 6/35, 149; er-Ra‘d 13/31; en-Nahl 16/9); bu ise hidâyet meselesinde dikkat çeken noktalardan biridir. Ancak belirtilmesi gereken hususlardan biri de şudur ki kâinatın yaratılış ve yönetilişini kendi tasarrufunda bulunduran Allah’ın mutlak iradesiyle vazettiği bir esasa göre canlı veya cansız bütün varlıklar tabii olarak yaratıcılarına tesbih ve secde ederler (el-İsrâ 17/44). Şuurlu varlıklardan şeytan mutlak isyan, melekler de mutlak itaat çerçevesinde planlanmış (el-Hicr 15/30-35; et-Tahrîm 66/6), insanlar ise kendi iradelerine bağlı olarak bu ikisi arasındaki bir statüde tutulmuştur (el-Hac 22/18; et-Tegābün 64/2). Yukarıda kaydedilen ayetler grubuna giren ilâhî beyanların önemli bir kısmı Allah’ın bu genel planını ifade etmektedir. Buna bağlı olarak Cenabı Hakk’ın bunca yaratık içinde bilindiği kadarıyla yalnız insan ve cin türü için tanıdığı hidâyet veya dalâleti tercih hürriyeti O’nun mutlak irade hürriyetine herhangi bir sınırlandırma getirmez.

Kur’an’da yer alan hidâyet kavramının işlenişinde dikkat çeken hususlardan biri de bütünüyle hidâyetin ilâhî kaynaklı olduğunun, putların ve seküler çözümlerin dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayamayacağının ısrarla vurgulanmasıdır. Bu sebeple de mutlak manada hidâyet sık sık Allah’a izafe edilmekte ve birçok ayette fertten değil topluluktan (kavim), cemi zamiriyle gönderme yapılan gruplar ve tiplerden nefyedilmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “hdy” md.). Çeşitli ayetlerde Tevrat ve İncil’in hidâyet ve nur kaynağı olduğu ifade edilmesine rağmen (bk. a.g.e., “Tevrât”, “İncîl” md.leri) Ehl-i kitabın Hz. Muhammed’in getirdiği hidâyeti bile bile reddetmesine mukabil Kur’an-ı Kerîm hidâyeti onlardan nefyetmekte ve artık asıl hidâyetin Allah’ın gönderdiği son hidâyeti olduğunu belirtmektedir (el-Bakara 2/120; Âl-i İmrân 3/70-73). Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in nübüvvetini kanıtlamaya ağırlık veren Yunus suresinde, putların ve seküler çözümlerin özellikle ahiret mutluluğu açısından hiçbir yarar sağlamadığı ifade edildikten sonra (10/26-33) putların, evrenin oluşumunu sağlayan yaratma eylemini başlangıçta ve tekrarlamak suretiyle üstlenip üstlenemeyeceği sorulmakta, ardından da onları hakka iletip iletemeyeceği hususu gündeme getirilmekte ve şöyle denilmektedir: “De ki, hakka sadece Allah iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?” (10/34-35). Beş defa hidâyet, dört defa da hak kavramının tekrarlandığı bu son ayet, hidâyetin seküler değil ilâhî menşeli oluşuna Kur’an’da ne derece önem verildiğini göstermektedir.

Bazı ayetlerde fertlerden söz edilerek Allah’ın dilediğini hidâyete erdirdiği, dilediğini de dalâlete düşürdüğü anlatılır (meselâ bk. er-Ra‘d 13/27; İbrâhim 14/4; en-Nahl 16/37; Fâtır 35/8) ve O’nun bu iradesine kimsenin karşı gelemeyeceği ifade edilir (ez-Zümer 39/36). Nitekim bazı ayetlerde küfrü ve nifakı benimseyenlerin (en-Nisâ 4/140), şeytana uyanların (Meryem 19/68; Sâd 38/85) cehenneme konulacağı ifade edilirken Kehf suresinde (18/106) oraya girmenin sebepleri gerçekleri inkâr, Allah’ın ayetleri ve peygamberleriyle alay etme olarak belirlenmiştir.» [35]

Velfurkân: YİNE O HÜDÂ NEZDİNDEN İNSANLARA FURKAN OLMASI İÇİN

«Furkân, hakla bâtılı ayırma, bu ayrılmayı sağlayan Allah’ın koyduğu ölçü, gönderdiği kitap; kurtuluş ve zafer gibi anlamlara gelen bir Kur’an terimidir.

Sözlükte “iki şeyin arasını ayırmak” manasına gelen fark kökünden mastar olup “hakla bâtılı, imanla küfrü, helâl ile haramı... ayırıp belirlemek” anlamında kullanıldığı gibi zıt değerlere sahip olan şeylerin birbirinden seçilip ayrılmasını sağlayan ölçüyü de ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “frḳ” md.). Bu genel anlamından hareketle gerçeği kanıtlayan delil veya sezgiye, doğru bilgilere ve şüpheden kurtuluşa da furkan denilir. Nitekim Seyyid Şerîf el-Cürcânî furkanı “hakla bâtılı birbirinden ayıran ayrıntılı bilgi” şeklinde tarif etmiştir (et-Taʿrîfât, “furḳān” md.).

Furkan kelimesi, Kur’an’da yer aldığı yedi ayetten her birindeki konumu dikkate alınarak “Kur’an, Tevrat veya üç büyük kitap (el-Bakara 2/53; el-Enbiyâ 21/48), delil, yardım, Mûsâ ve kavminin kurtulması için denizin yarılıp açılması, Bedir zaferi, kurtuluş ve başarı” (8/29) gibi anlamlarla açıklanmıştır (Lisânü’l-ʿArab, “frḳ” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “frḳ” md.; Kāmus Tercümesi, “furkān” md.).

Üç ayette furkan “hak ile bâtılı birbirinden ayıran” anlamında Kur’an-ı Kerîm’in bir ismi veya niteliği olarak kullanılmıştır (25:1). Bakara suresinin 185. ayetinde kelime, Kur’an’ın hakkı bâtıldan ayırma ve belirginleştirme işlevini ifade etmektedir. Diğer iki ayette ise (Âl-i İmrân 3/4; el-Furkān 25/1) Kur’an yerine onu ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bundan dolayı bazı hadis mecmualarında ve Kur’an ilimleriyle ilgili kaynaklarda furkan kelimesi Kur’an-ı Kerîm’in başlıca isimleri arasında gösterilmiştir (meselâ bk. Müsned, II, 357, 412-413; Tirmizî; “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 1; Ma‘mer b. Müsennâ, I, 3, 18; Süyûtî, I, 143, 147).[36]

«Furkan, lügatte iki veya daha çok şeyler arasını açmaktır. Buna göre Enfâl, 29’un manası şöyledir: "Dini, şeriatı ve yaratıkların nizamı konusundaki sünneti (kanunu) gereğince, korkulması gereken her şeyde Allah'ın yasaklarından ve azabından korunursanız, bu takvânız sebebiyle Allah size hak ile bâtılı ayıracak ilmî bir meleke (bilgi ve yetenek), hidâyet ve kalplerinizde nur verir; bu sâyede insan hakkı bulur ve yolunu şaşırmaz, bâtıl da onu aldatamaz.”» [37]

Furkân kelimesi, fark’tan daha abartılıdır. Çünkü furkân, hak ile batıl arasındaki fark için kullanılır. Bazılarının iddia ettiği gibi bu kelime mastar değil, isimdir. Furkan günü (8/Enfâl 41); yani, hak ile batılın, hüccet/açık delil ile şüphenin birbirinden ayrılacakları gün.

“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız O, size bir furkan verir” (8/Enfâl 29); yani, kalbinize, kendisiyle hak ile batılın birbirinden ayrıldığı bir nur ve başarı verir.

İlâhî kelâma da furkân denir. Çünkü o; inançta hak ile batılı, sözde doğru ile yanlışı, amellerde de iyi ve kötüyü birbirinden ayırır.

Nitekim Allah buyurur ki: “Âlemleri uyarmak üzere Kuluna Furkan’ı indiren ne yücedir.” (25/Furkân 1)

“Ramazan ayı; öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hak ile batılı ayıran Kur’an, o ayda indirilmiştir.” (2/Bakara 185).»[38]

«Furkān, “hak ile bâtılı birbirinden ayırma” anlamına gelen bir kelimedir. Kur’an-ı Kerîm’e furkān denilmesinin sebebi, itikatta hak ile bâtılı, haberde doğru ile yalanı, amelde gerçek ile sahteyi birbirinden ayırmış olmasından dolayıdır.» [39]

Femen şehide minkumu-şşehra: BU AYI İDRAK EDEN KİMSE / BU MEVSİME ERİŞEN KİŞİ

«Bu ayetteki “şehide” ile başlayan ifadeye, “kim bu ayda mükellefiyet şartlarını haiz olarak devamlı ikametgahında bulunursa” şeklinde mana vermek de mümkündür.»[40]

«Ayetteki “Şehide” fiili, görmek, şahit olmak anlamına gelir. Ra’ê fiilinde olduğu gibi, cümlede iki mef’ûl alırsa “anlamak, idrak etmek” anlamına gelir.»[41]

«Sizden kim bu aya erişirse” demek, “Kim bu ayı idrak ederse” yahut “Bu ayın içinde bulunursa” demektir.»[42]

«Femen şehide ifadesi, “Ramazan ayına erişenler, ramazan ayında mukim olanlar, Ramazan hilâlini görenler” şekillerinde anlaşılabilir. Ancak Ramazan hilalini gözetleme hususunda çok fazla hadis olduğu için bu ayet sebebiyle “ru’yet-i hilal” konusunda içtihada gerek yoktur. Ru’yet-i Hilâl, Ayı görmek demek, ayın bir parçasını (hilâl gibi) görmek demektir. Bu konuda başka bir delil olmasaydı ilim adamlarının hesabına uymak gerekirdi. Cumhûr-i Selef’e göre başka deliller mevcut olduğundan konu içtihat alanına girmez. Bakara: 189. ayetteki “Sana, hilâller hakkında soru soruyorlar. Sen, onlara: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür.” İfadesine göre şer’an vakti tayin eden delil hilâl’dir. Hilâlin nasıl bilineceği ise hadis-i şeriflerde beyan edilmiştir. Peygamber (a.s)’ın: “Ay yirmi dokuzdur, görmedikçe tutmayın ve görmedikçe iftar etmeyin, eğer hava bulutlanırsa miktarını hesap edin.”, “Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın, hava bulutlanırsa otuzu miktar yapın.” İfadeleri gösteriyor ki şer’an bir hilâlden itibaren bir ayın esas miktarı otuz gündür. Otuzun tamam olduğu anlaşılınca başkaca hiçbir delile ihtiyaç yoktur. Fakat ay bazen yirmi dokuz da olur. O zaman delile ihtiyaç vardır. Bu delil ise “ru’yet-i hilâl”dir. Yani hesap ilmi değil, gözetleme ilmidir. Herhangi bir mümin üzerine hilâli görmekle orucun vacip / şart olduğu sabit olunca, buna binaen diğerlerine de vacip olur. Bu şehadet, ferdî surette ise vücub / lüzum yalnız işitenler için, yok eğer toplumsal surette ve bir mahkeme huzurunda sabit ise o zaman da umum için geçerli olur. Sonuç olarak, oruç, Ramazan hilâlinin yirmi dokuzuncu günü bir parçasının görülmesi ile bu olmadığı takdirde ise otuza tamamlanması ile Ramazan’a girmiş olan her mükellef üzerine bu ayda oruç tutmak farzdır.»[43]

Sizden kim (mazereti olmaksızın) bu ay(ın ilk hilâlin)e erişirse/görürse[71]

[71] Peygamber Efendimiz, “Hilâli görmekle orucu tutun, hilâli görmekle iftar (bayram) edin.” buyurmuştur. Bir kimse, kendisi hilâli gördüğünde veya âdil bir kişi gördüğünü söylediğinde oruca başlar. Eğer İslâm hükümleri geçerli olan ve gecesi aynı geceye rastlayan ülkelerin birinde, şahitlerin şehadetiyle hilâlin görüldüğüne hâkim hüküm vermişse bütün Müslümanlara aynı gecenin sabahında oruç tutmaları veya bayram yapmaları farzdır. Böyle değil ise hilâlin görülüşüne göre amel edilir. Sadece fen bilginlerinin hesabı (takvim) kâfi değildir. Mezheplerin ittifakı da bu görüş üzeredir (Cezîrî, I, 448, 451; Fetâvâ-i Hindiyye, II, 209; Ali el-Kârî (Mirkât), V, 502). [44]

“Kim, sağ ve salim olarak bu ayı idrak eder yahut ona yetişirse…”

«Ramazan ayının ilk günü, Hazret-i Peygamber devrinden itibaren Ramazan hilâlinin gözlenmesiyle tespit olunmuştur. Buhârl, Müslim ve diğer Hadis kitaplarında bu konuyla ilgili olarak, Hazret-i Peygamber'den şu Hadis nakledilmiştir: «Ay 29 gündür; ancak hilâli görmedikçe oruç tutmayın ve yine hilâli görmedikçe iftar etmeyin. Eğer hava kapalı olur, hilâli göremezseniz, süreyi 30’a tamamlayın» (Buharı, Sahih- II. 229; Müslim, Sahîh, lI. 759; Nesâi, Sünen, IV. 135)

Bu hadisten de anlaşıldığı gibi, bir ay, 29 gün olarak hesap edilse bile, yeni ayın girişi, hilâlin görülmüş olmasına bağlıdır. Buna göre, eğer Şaban ayının 29’uncu günü akşamı hilâl görülürse, ertesi günü ramazanın birinci günüdür ve oruca o gün başlanmış olması gerekir. Fakat havanın kapalı olması dolayısıyla hilâl görülmezse, Şaban ayı 30 güne tamamlanır ve 31 inci gün ramazanın birinci günü sayılarak oruca başlanır. Ramazan ayının bitiminde de aynı yol takip edilir. Eğer 29 uncu günün akşamı hilâl görülürse, o gün, ramazanın sonu sayılır ve ertesi günü iftar edilir; fakat hava kapalı olur, hilâl görülmezse, Ramazan günleri 30’a tamamlanır.

İşte, Ramazan ayının giriş ve çıkışı, Hazret-i Peygamber tarafından belirtilen bu esaslar çerçevesi içinde tespit olunmuş ve bu usul, asırlar boyu tatbik edilegelmiştir. Ancak, asrımızda Astronomi ve Matematik ilimlerindeki gelişme ve teknik ilerleme, hilâlin hareketini çok önceden takip etme imkânı sağlamış ve bazı Müslüman ülkeler, hilâli gözle gözetlemek ve görmek usulünü terk ederek, teknik yoldan onun bulunduğu mevkii tespit eder olmuşlardır. Diğer bazı ülkeler ise, yine gözetleme usulüne bağlı kalmışlar ve bunu dinin bir gereği saymışlardır. Bunlara göre, yukarıdaki ayet-i kerime ve Hazret-i Peygamber'in hadisi, hilâlin gözle görülmesini zorunlu kılar. Çünkü ayet-i Kerime’de «her kim şehre (aya) şahit olursa, oruç tutsun» denilmiştir ki, bu ibareyle «her kim hilâli görürse oruç tutsun» manası murat olunmuştur, Hazreti Peygamber de «hilâli görmedikçe oruç tutmayın» buyurmuştur. Binaenaleyh bu emirler, Ramazan ayının başlangıç ve bitiminin, teknik yollarla değil, hilâlin bizzat insan gözüyle görülerek tespit edilmesini gerektirir.

İşte, Müslüman ülkeler arasındaki bu görüş ayrılığı ve bir kısmının hilâli gözle görme usulüne bağlı kalması, bir kısmının da onun hareketini teknik yollarla ve matematik hesaplarla takip etmesi sebebiyle, Ramazan ayının başlangıç ve bitiş günlerinde farklılıklar olmuş ve Müslümanlar, ayrı ayrı günlerde oruç tutup bayram etmişlerdir. Ancak, meselenin münakaşasına girmeden önce, akla gelen bir soruya açıklık getirmek gerekir. Bu soru şudur: Müslüman ülkelerde, Ramazan ayına farklı günlerde girilmiş olması ve farklı günlerde bu aydan çıkılıp bayram yapılması, dinî meselelerde Müslümanlar arasında bulunması gereken vahdete aykırı mıdır ve bu vahdetin sağlanması zorunlu mudur?

Bu soruya cevap teşkil etmek üzere şunu hemen söyleyebiliriz ki, Ramazan ayına farklı günlerde girilmesi, gerek yukarıdaki ayet-i Kerime’ye ve gerekse Hazret-i Peygamber'in hadisine aykırı değildir ve dolayısıyla Müslümanlar arasındaki vahdeti bozan bir durum olarak değerlendirilmemek gerekir. Çünkü görüldüğü gibi, ayet-i Kerime’de vakit tayin edilmemiş ve o vakte girilince oruç tutun denilmemiştir. Fakat vaktin tespiti Müslümanlara bırakılmış ve «içinizden her kim aya şahit olursa onu tutsun» buyurulmuştur. Ayet-i kerimede vaktin tayin edilmemesi, yeryüzünün her bölgesinde vakitlerin farklı olarak seyretmesi dolayısıyladır ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olan Allah Teâlâ bu hikmete istinaden oruca başlama vaktini tayin etmemiştir. Ayet-i Kerime’deki «aya şahit olmak» ibaresi, «hilâli gözle görmek» manasında alınmış olsa bile, hilâlin Fas’ta görüldüğü akşam Endonezya'da da görülmesi mümkün değildir. Ayetin hükmüne göre, hilâli görmeyen ülke Müslümanları, ancak onu gördükten sonra oruca başlayacaklardır. Ancak, ayet-i Kerime’nin «aya şahit olmak» ibaresini, «hilâli gözle görmek» manası yerine «Ramazan ayına erişmek, o ayda hazır olmak» manasında anlamak, gerçeğe daha uygundur. Zira şehadetten şehide fiili, Kur’an-ı Kerîm'de görmek manasında hiç kullanılmamıştır. Bununla beraber, kelimenin, idrak etmek, yetişmek, kavuşmak, hazır olmak gibi birbirine yakın manalarda kullanıldığı pek çok ayet vardır. Bu sebeple, ayetteki bu ibareyi «içinizden her kim hilâli görürse oruç tutsun» manasında anlamak mümkün değildir. Doğrusu «içinizden her kim Ramazan ayını idrak ederse orucu tutsun» manasıdır. Buna göre ayet-i kerime, Ramazan ayının başlangıç ve bitiminin, hilâlin gözetlenmesiyle tespit olunması hususundaki görüş için delil sayılamaz.

Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen hadislere gelince, bunlar, ramazanın başlangıç ve bitiminin tayininde bir yol göstermiştir. Gaye, başlangıç ve bitimin tayinidir; çünkü ayet-i kerime bu tayini yapmamış, Müslümanlara bırakmıştır. Bunu yapmadan oruca başlanması mümkün değildir.- Tayinin nasıl yapılacağı meselesi ise, oruca başlamanın şartı değildir. Hazret-i Peygamber, zamanında câri olan bir usulle bu tayini yapmış, fakat bu usulü tayinin şartı olarak vazetmemiş, hadislerinde bir gaye olarak zikretmemiştir. Bu sebepledir ki, ramazanın başlangıç ve bitiminin tayininde önemli olan husus ister hilâl gözle görülsün ister teknik âletler ve hesap yardımıyla olsun, bu tayinin sağlıklı biçimde yapıl­masıdır. Bölgeler arasındaki farklılıklar ise, tıpkı namaz vakitlerinde olduğu gibi, ne Müslümanların vahdetini bozucu bir unsur olarak görülebilir; ne de Kur’an’ın hükmüne aykırı düşer.»[45]

«Şehr, hilalin çıkmasıyla şöhret bulan bir zaman dilimidir veya güneşin bir nokta ile diğer bir nokta arasındaki dönme sürecindeki on iki kısımdan biridir. Allah buyurur ki:

Ramazan ayı, Kur’an’ın indirildiği aydır. Sizden her kim bu aya erişirse onda oruç tutsun.” (2/Bakara 185).

“Hac, bilinen aylardadır.” (2/Bakara 197).

“Allah’ın katında ayların sayısı on ikidir.” (9/Tevbe 36).»[46]

Felyesumh: O AYDA ŞU KUR’AN’IN TARİFİNCE / USULÜNCE SAVM ETSİN

«Savm, sözlükte “nefsi meylettiği şeylerden ötede, uzakta, dışarda tutmak” demektir.»[47]

«Savm, “birtakım şeylerden kesin olarak sakınmak, korunmak” anlamına gelmektedir.»[48]

«Savm kelimesinin asıl anlamı; ister yiyecek, ister söz ve ister yürümek olsun bir şey yapmaktan geri durmaktır. Bunun için yürümekten veya yemini yemekten geri duran ata sâim denir.
Durgun rüzgâra ve Güneşin, göğün ortasında duruşu düşünülerek gün ortasına da savm denir.
Şeriatta savm /oruç; mükellefin, niyet getirerek beyaz iplikten siyah ipliğe [fecirden güneşin batımına] kadar yemek, içmek, cinsî münasebet ve kusmaktan kendini tutmasıdır.»[49]

«Ayetteki “Bu aya şâhit olan / erişen kişi [Kur’an’la] savm etsin!” cümlesinde geçen savm sözü, «Fıkıh terimi olarak, “imsak vaktinden iftar vaktine kadar, bir amaç uğruna ve bilinçli olarak, yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak” şeklinde tanımlanmaktadır. İşin aslı, bizim oruç dediğimiz kelimenin Arapçası “savm”dır. Savm kelimesi sözlükte, “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak, nefsi bazı şeylerden engellemek” anlamındadır.» [50]

Vemen kâne merîdan KİM O AYDA HASTA OLURSA

«Allah orucu emretmiştir. Oruç tutma şartları bulunan kimseler oruç tutarlar. Hastalık, yolculuk gibi geçici bir engelden ötürü oruç tutamayan, sonra kaza eder. İhtiyarlık ve iyileşmeyen müzmin hastalık gibi devamlı özrü olanlar fidye verirler.»[51]

BU KONUDA DETAYLI BİLGİ İÇİN (ORUÇ AYETLERİNİN TAHLİLİ 2) BÖLÜMÜNE BAKINIZ

Maraz kelimesi, insana has olan düzenden çıkış demektir. Bu da iki çeşittir:

Birincisi: Yüce Allah’ın: “Hastaya da bir sorumluluk yoktur” (24/Nûr 61) ayetinde buyurduğu bedenle ilgili hastalıktır.

İkincisi: Cehalet, korkaklık, cimrilik, iki yüzlülük ve diğer ahlaki rezillikler demektir.

Allah buyurur ki: “Kalplerinde hastalık vardır, Allah hastalıklarını artırmıştır.” (2/Bakara 10).

“Kalplerinde hastalık olanların ise pisliklerine pislik katmıştır.” (9/Tevbe 125).»[52]

Ev ‘alâ seferin KİM RAMAZAN AYINDA SEFER EDERSE

SÊFERA fiili, insanın mekândan, mekânın da insandan yola çıktığı itibarıyla müfâale/müşareke anlamına özgü kılınmıştır. Sefer yemeği ve bu yemeğin içine konulduğu kap anlamında olan SOFRA kelimesi, SEFR kökünden türemiştir. Allah buyurur ki:

“Eğer hastalanırsanız yahut yolculuk hâlinde bulunursanız…” (4/Nisâ 43).[53]

BU KONUDA DETAYLI BİLGİ İÇİN (ORUÇ AYETLERİNİN TAHLİLİ 2) BÖLÜMÜNE BAKINIZ.

Fe’Iddetun min eyyâmin üḣar: DİĞER GÜNLERDE SAVMINI TAMAMLASIN

«IDDET, sayılan şeydir. Allah buyurur ki: “Onların sayısını da inkârcılar için sadece bir imtihan (vesilesi) yaptık.” (74/Müddessir 31). Ayetteki IDDETEHÜM ifadesi, ADEDEHÜM (onların sayısı) anlamındadır.

“Sizden kim hasta veya seferde olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar.” (2/Bakara 184). Yani Ramazan ayının dışındaki başka bir zamanda, oruç tutamadığı günler kadar oruç tutması gerekir.» [54]

Abdulbaki Gölpınarlı Meali

Hasta olan ve yolcu bulunan, hastalığında, yolculuğunda orucunu yer, sonra yediği günler kadar tutar.

Abdullah-Ahmet Akgül Meali

Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun).

Ali Fikri Yavuz Meali

Kim hasta olur yahut seferde bulunursa, oruç tutamadığı günler sayısınca sıhhat ve ikamet halinde orucunu kaza etsin.

Bahaeddin Sağlam Meali

Kim hasta veya yolcu ise, (tutmadığı günler kadar) başka günlerde oruç tutsun.

Bayraktar Bayraklı Meali

Ancak hasta veya seyahatte olan, başka günlerde aynı günler miktarınca oruç tutsun.

Besim Atalay Meali (1965)

Bir kimse hasta olsa, ya da yolda bulunsa, o günler sayısınca başka günlerde tutmalı, 

Emrah Demiryent Meali

Kim (Ramazan ayında) hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. 

Mahmut Kısa Meali

İçinizden her kim o aya sağ salim erişirse, onu baştan sona oruçlu geçirsin. Fakat her kim hasta veya yolcu olursa, tutamadığı gün sayısınca diğer günlerde orucunu kaza etsin. 

Yürîdüllâhü bikümü-lyüsra: ALLAH, SİZİN İÇİN YÜSR / KOLAYLIK DİLİYOR

Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân

RAVD, bir şeyi kibarca tekrar tekrar istemektir.

İRDÊD, bir şeyin ardında koşturmak anlamına gelen RÂDE YERÛDÜ fiilinden gelmektedir.

Bu kelime, yapılmasının veya yapılmamasının gerekli olduğuna karar verilen bir şeye nefsin meyletmesi için ad yapılmıştır. Bu kelime kimi zaman işin evveli için kullanılır; o da nefsin bir şeye olan meylidir/özlemidir. Kimi zaman da işin sonu için kullanılır; o da o işin yapılmasının veya yapılmamasının gerekli olduğuna karar vermektir.

İrade kelimesi Allah için kullanıldığında onunla başlangıç değil, sonuç kastedilir. Zira Yüce Allah meyletme/özlem duyma anlamından münezzehtir. “Allah şunu irade etti”, denildiği zaman, şu kastedilir: “Allah, onun şöyle değil de böyle olduğuna karar verdi.”

Bazen irade zikredilir fakat ondan emir anlamı kastedilir. Örneğin; ÜRÎDÜ MİNKE KEZÊ / Senden şunu istiyorum”, dersin; fakat ondan; “Sana şunu emrediyorum” anlamını kastedersin. Şu ayet bu anlamdadır:

“Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez / ALLAH, KOLAYLIĞI EMREDER; ZORLUĞU EMRETMEZ.” (2/Bakara 185).[55]

Yüsr / Kolaylık:

«YÜSR kelimesi, zorluğun zıddı olan kolaylık demektir. YÜSRÂ kelimesi, kolaylık, kolay olan anlamına gelir. Allah buyurur ki:

“Biz onu en kolay yola muvaffak kılacağız.” (92/Leyl 7).

“Biz ona zor olanı (cehennemi) kolaylaştırırız.” (92/Leyl 10).

Bu ayette geçen NÜYESSİRU ifadesi, -her ne kadar kolaylaştırma anlamında kullanılmış ise de Yüce Allah’ın: “Bunları acıklı bir azapla müjdele!” (3/Âl-i İmrân 21) ayetinde geçen FEBEŞŞİRHÜM / “onları müjdele” deyimi gibidir.»[56]

Velâ yürîdü bikümü-l’usra: HÜDÂ SİZİN USR’A UĞRAMANIZA RIZA GÖSTERMİYOR

«Usr, (Zorluk): yüsr’un (Kolaylık) zıddıdır. Allah buyurur ki:

Muhakkak ki güçlükle beraber bir kolaylık vardır * Elbette güçlükle beraber bir kolaylık vardır (94/İnşirâh 5-6).

Allah buyurur ki: 

Kıyamet günü, kâfirler için pek çetin bir gündür (25/Furkân 26).

O gün çetin bir gündür * Kâfirler için hiç de kolay değildir (74/Müddessir 9-10).»[57]

«Dinde zorlama olmaması dinde zorunluluk olmaması demek değildir. Önemli olan nokta, zorunlulukların inanarak yapılmasıdır. Benzer mesajlar: Mâide 5:6; Hacc 22:78.»[58]

«Meşakkat, genelde dinî ve hukukî hükümlerin tabii uzantısı olan zorlukları, özelde yükümlülüğün kaldırılmasına veya hafifletilmesine sebep olan sıkıntıyı ifade eden bir fıkıh terimidir. Sözlükte “yarmak, iki parçaya ayırmak” anlamındaki şakk mastarından türeyen meşakkat “zorluk, güçlük, darlık ve sıkıntı” demektir. Meşakkat yerine Arapçada ayrıca harec, külfet, kürh, suûbet, usr ve cehd gibi yakın anlamlı kelimeler de kullanılmaktadır. Meşakkat, bir şey insana zorla yaptırılmak suretiyle hariçten gelirse kerh, insanın hoşlanmadığı halde bir şey yapmış olması sebebiyle kendi nefsinden gelirse kürh adını alır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “krh” md.). Kur’an-ı Kerîm’de sadece bir yerde meşakkatle aynı anlamda ve aynı kökten gelen şıkk (kendini paralamak) kelimesi geçmektedir (en-Nahl 16/7).» [59]

Ozanca Bal Meal Nahl 7:

Bu hayvanlar, ağırlıklarınızı / ağır eşyalarınızı da yüklenirler;

Onları, canınıza tak etmeden götüremeyeceğiniz yerlere götürürler.”

«Dinin koyduğu hükümlerin insanlara meşakkat vermeyi hedeflemediğini belirten birçok ayet ve hadis bulunmaktadır. “Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez” (el-Bakara 2/185); “O, dinde size zorluk verecek bir hüküm koymamıştır” (el-Hac 22/78; ayrıca bk. el-Mâide 5/6) mealindeki ayetlerden ve Hz. Peygamber’in, “Din kolaylıktır” (Buhârî, “Îmân”, 29); “Ben kolaylaştırılmış Haniflik’le gönderildim” (Müsned, V, 266; VI, 116, 233) mealindeki hadislerinden (…), bu husus açıkça anlaşılmaktadır.[60]

Notumuz:

Yazarın bahsettiği ayetler, dinin emirlerinin meşakkatsiz oluşuyla ilgili değildir. Ayetlerin doğru yorumları, aşağıda sunduğumuz gibidir:

Bakara 185:

Allah sizin için zorluk[61] dilemez, [ahirette] kolaylık[62]  diler.” 

Hac 78:

Dinde (2/190) / Cihat’ta, size bir haraç / bir engel koymadı;

[Allah, müsaade etti tam zamanında, bir sıkıntı çıkarmadı]. Bkz. 9/14

Mâide 6:

Allah Teâlâ, sizi [Kıyamet Günü’nde] zora sokmak istemiyor;

Sizi tertemiz yapmayı ve üzerinizdeki nimetini tamamlamayı diliyor.

«Âlimler arasında İslâm dininde insanları sıkıntıya sokma hedefi taşıyan hükümlerin mevcut olmadığı yönünde icmâ oluşmuştur. Fakat meşakkatin kaldırılması (ref‘u’l-harec) ilkesi şer‘î hükümlerin bazı sıkıntılar içermediği anlamına gelmemektedir. Aksine bütün dinî-hukukî yükümlülüklerin bir tür meşakkat ihtiva etmesi kaçınılmazdır. Nitekim “yükümlü kılma” mânasındaki “teklif” kelimesi de “meşakkat” demek olan “külfet” kökünden türetilmiştir.

İslâm âlimlerinin tespitine göre dindeki bütün hükümlerin nihaî amacı kulların yararını, yani dünya ve ahiret saadetini temin etmektir (bk. MASLAHAT).

Meşakkat kelimesi -Arapçada konduğu asıl manaya bakılmaksızın- kökündeki “yorma” anlamı mutlak biçimde alındığında güç yetirilenlerin yanı sıra güç yetirilemeyen durumları da kapsar.

Şâtıbî, güç yetirilemeyen şeylerle sorumlu tutmanın şer‘î anlamda yükümlülük kapsamında düşünülemeyeceğine dikkat çeker.

Şer‘î hükümlerde söz konusu olabilecek mükellefin güç yetirebileceği gerçek meşakkatleri üç kategoride ele almak mümkündür:

1. Bir amelde mutat ölçünün dışına taşmanın verdiği rahatsızlık anlamındaki meşakkat. Bu da iki kısımdır.

a) Doğrudan yükümlülük kapsamındaki fiillere has olan meşakkat. Bunlarda mutat dışındaki durum bir defa bile gerçekleşse böyle bir meşakkat bulunur. Fıkıh terminolojisinde ruhsat olarak bilinen kolaylaştırma hükümleri bu tür durumlar için konmuştur. Meselâ hastalık ve yolculuk halinde oruç tutan kişi böyle bir meşakkatle karşı karşıyadır.

b) Doğrudan belli fiillere has olmayıp yapılan işin bütününden ve devamlı olmasından kaynaklanan meşakkat. Bu tür meşakkat, sadece kişinin tahammülünün üstünde nâfile ibadetler yüklenmesi durumunda söz konusu olur ve bu kısımdakilerin devamlı olarak yapılmasıyla birinci kısımda sadece bir defa yapılmakla meydana gelen mutat dışı güçlük ortaya çıkar. Onun için Hz. Peygamber bu kısma giren amellerin usanç ve bıkkınlık oluşturmayacak düzeyde tutulmasını tavsiye etmiştir (Buhârî, “Îmân”, 32, “Riḳāḳ”, 18; Müslim, “Müsâfirîn”, 215, 221).

2. Mûtat dışına çıkmakla ilgisi olmaksızın doğrudan teklifin verdiği meşakkat. Şöyle ki, yükümlülük öncesinde normal şartlarda dünya hayatının gereklerinden sayılmayan bir işle mükellef olmanın kişide meydana getirdiği mânevî baskı da bir tür meşakkattir. Zira kişi mükellefiyet altına girmekle kendini sınırlamış olur ve dünya hayatının zorunluluklarına ilâveten başka amelleri yerine getirmekten sorumlu hale gelir.

3. Bir önceki kısma bağlı olarak, yani yükümlü kılınmanın somut sonuçları tarzında ortaya çıkan meşakkat. Bunda da mûtat dışı bir sıkıntı söz konusu değildir; ancak teklif, yükümlü tutulan şahsı nefsinin arzuları dışına çıkaran bir olgu olduğundan arzulara aykırı davranmanın kişiye sıkıntı vermesi inkâr edilemez (Şâtıbî, II, 107-108, 119-121).

Soğuk havada abdest almak, sıcak günlerde oruç tutmak, hac için yolculuk yapmak gibi çoğunlukla o fiilin tabii bir parçasını oluşturan zorluğun ibadet sorumluluğunu düşürmekte etkisi yoktur. Çünkü bu tür ibadetler meşakkatleriyle beraber meşru kılınmıştır. (İzzeddin İbn Abdüsselâm, Ḳavâʿidü’l-aḥkâm, II, 7-9).

Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe’ye, özrü sebebiyle yapamadığı umreyi daha sonra yaptığında alacağı sevabın, çektiği meşakkat nispetinde olacağını söylemiştir. (Buhârî, “ʿUmre”, 8; Müslim, “Ḥac”, 126).»[63]

«Ruhsat, bazı mazeretlerden dolayı aslî hükmün gereğine uymamayı meşrû hale getiren geçici hükümdür. Sözlükte “kolaylık” anlamına gelen ruhsat kelimesi, fıkıh usulü terimi olarak şer‘an geçerli mazeretlere binaen normal durumlara ait aslî hükmün (azimet) gereğine uymamayı meşru hale getiren, kolaylaştırma esasına dayalı geçici hükmü ifade eder. Meselâ normal şartlarda şarap içmek haram iken susuzluktan ölme tehlikesinin bulunduğu durumlarda buna müsaade edilmiştir. Yine normal şartlarda ramazan orucunun vaktinde tutulması farz olmakla birlikte seferîlik halinde bunun ertelenmesine izin verilmiştir. Belirli durumlara bağlı olarak verilen bu müsaade ruhsat adını alırken normal şartlar altında aynı fiilin hükümleri azimet diye adlandırılır. Ruhsat kavramının fıkıh literatüründe diğer başlıca kullanımları şunlardır:

1. Kolaylık ve kolaylaştırma (yüsr ve teysîr) prensibi anlamıyla ruhsat, başta istislâhî içtihat olmak üzere fıkhî meseleleri çözüme kavuştururken izlenen bütün içtihat yöntemlerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bu anlayışı yansıtan, “Meşakkat teysîri celbeder” ilkesi (Mecelle, md. 17) fıkhın tamamını kuşattığı kabul edilen beş küllî kaideden birini oluşturur. Bu anlamıyla ruhsat ve dayandığı deliller, ruhsatın daha dar kapsamlı diğer kullanımlarını da destekleyen meşruiyet temeli niteliğindedir.

Kolaylığın, kolaylaştırmanın, zorluk ve sıkıntıyı gidermenin İslâm dininin temel ilkelerinden olduğunu belirten, dolayısıyla ruhsat düşüncesine dayanak teşkil eden birçok ayet ve hadis bulunduğu gibi (meselâ bk. el-Bakara 2/185; el-İnşirâh 94/5-6; Buhârî, “Îmân”, 29; Nesâî, “Îmân”, 28), bazı ruhsat hükümlerini destekleyen özel deliller de vardır. Meselâ zorda kalanın -belirli ölçüler dahilinde- haram yiyeceklerden yemesinin günah olmadığı (el-Bakara 2/173; el-Mâide 5/3; el-En‘âm 6/119, 145; Dârimî, “Muḳaddime”, 56, “Eḍâḥî”, 24), ağır baskı altında olan kişinin söz ve eylemlerinden dinen sorumlu olmayacağı, hatta -kalbindeki inancı koruyarak- Allah’ı inkâr sözlerini söyleyebileceği (en-Nahl 16/106; İbn Mâce, “Ṭalâḳ”, 16) ifade edilmiştir.

Bazı âlimler azîmet ve ruhsatı hükme konu olan fiilin (el-mahkûm fîh), usulcülerin çoğunluğu ise hükmün sıfatı olarak kabul eder. Birinci görüşte olanlara göre meselâ yolcunun ramazan orucunu vaktinde tutması azîmet, ertelemesi ruhsat diye nitelenirken çoğunluğa göre orucu vaktinde tutmanın hükmü azîmet, ertelemenin hükmü ruhsattır.

Yine Hanefî usulcüleri tarafından ruhsatlar azimet hükmünün varlığını koruyup korumaması açısından ikiye ayrılmış, hakikat anlamında olanlar terfîh ruhsatı, mecaz anlamındakiler ıskat ruhsatı diye adlandırılmıştır. Buna göre birinci kısımda yer alanlar gerçek manada ruhsat olup mükellefin önünde iki seçenek bulunmakta, yani ruhsatın karşılığında azimet hükmü varlığını sürdürmektedir. Bunun terfîh olarak adlandırılması da belirtilen durumda yükümlüye bir rahatlama sağlandığını ifade etmektedir. Bu kısmın birinci türü hakkında özellikle şu delillere dayanıldığı görülmektedir: Sahte peygamber Müseylime’nin ashaptan iki kişiyi kaçırıp kendisinin peygamber olduğunu beyan etmelerini istemesi üzerine biri ölümü göze alıp direnmiş ve öldürülmüş, diğeri istenen yönde beyanda bulunmuş, bu haber Resûl-i Ekrem’e ulaşınca birincinin iki kat sevap elde ettiğini, ikincinin ise dinen tanınan ruhsatı kullandığı için günahkâr olmadığını belirtmiştir. Yine müşrikler tarafından kaçırılıp putlarını tanrı olarak kabul etmesi istenen Hubeyb b. Adî’nin bu talebe karşı direnip öldürüldüğü haberi gelince Hz. Peygamber onun şehitler arasında seçkin bir yere sahip olduğunu ve cennette kendisinin refiki olacağını bildirmiştir. Diğer taraftan Resulullah, böyle bir baskı altında inkâr sözcüklerini söylemek zorunda kalan Ammâr b. Yâsir’e benzer durumda kaldığında imanını kalbinde koruyarak aynı şeyi yapmasını söylemiştir (olaylarla ilgili farklı rivayetler için bk. İbn Ebû Şeybe, VI, 473; Taberî, XIV, 182; Abdülazîz el-Buhârî, II, 316-317).

Buna göre ikrah altında Allah veya kul haklarını ihlâl eden bir yasağı işleme yahut ıztırar sebebiyle izinsiz olarak başkasının malından yeme durumunda kalan mükellef bu fiili işleyebilir ve bu müsaadeyi kullanmaktan veya kullanmamaktan dolayı günahkâr olmaz; dinin bu haklara verdiği değeri kendi yararından üstün tutarak müsaadeyi kullanmaz ve hayatını tehlikeye atarsa veya feda ederse sevap kazanır. Birinci kısmın ikinci türü terfîh ruhsatı diye adlandırılırken ilgili ayet ve hadislerden ramazan orucunu ertelemeyi meşru kılan mazeret durumlarında -hangisinin daha faziletli olduğu noktasında görüş ayrılığı bulunsa da- mükellefin dilerse orucunu tutabileceği, dilerse erteleyebileceği anlamının çıkması delil olarak gösterilmektedir.

Ruhsat sebepleri ele alınırken genellikle, bazı dinî yükümlülüklerin hafifletilmesi veya kaldırılmasında etkili olan ve yedi başlık altında toplanan şu gerekçelerin tekrar edildiği görülür: Yolculuk, hastalık, baskı altında olma, unutma, bilgisizlik, meşakkat (umûmü’l-belvâ), akıl hastalığı ve yaş küçüklüğü gibi yükümlülük için gerekli bazı şartları taşımama. Ancak tahfif, fıkıh usulündeki teknik anlamıyla ruhsata göre daha kapsamlı bir kavram olup ruhsat konusunda mazeret sayılan gerekçeler aynı zamanda tahfif sebebidir. Buna karşılık bütün tahfif sebepleri, belirli bir mazeret süresince azimet hükmüne uymamanın meşru kabul edilmesi anlamındaki ruhsatın gerekçeleri değildir. Meselâ unutma bazı durumlarda kolaylık hükmünün dayanağı olsa da fıkıh usulündeki anlamıyla ruhsatın sebepleri arasında yer almaz.

Buna göre ruhsat sebeplerini yolculuk, hastalık, ikrah ve ıztırar olmak üzere dört başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan yolculuk şartları ve hükümleri özel olarak düzenlenmiş bir gerekçedir (bk. SEFER).

Hastalık özellikle ibadetlerle ilgili bazı durumlarda kolaylık hükümlerine dayanak teşkil eder; ancak fıkıh usulünde belirli bir tanımla hukukî tasarruflara etkisi bakımından incelenen özel şekli ölümle sonuçlanan hastalıktır (bk. MARAZ-ı MEVT).

Ruhsatı mı yoksa azimeti mi tercih etmenin daha üstün olduğu hususu geniş biçimde tartışılmıştır. İki tarafın delillerini aktaran Şâtıbî, kendisi kural mahiyetinde açık bir görüş belirtmeden bunun müçtehidin bakışına göre değişiklik gösterebileceğini ve meselenin meşakkat kavramıyla ilgili izahlar çerçevesinde ele alınmasının uygun olacağını ifade eder (a.g.e., I, 323-345). Bu konuda usulcülerin ortaya koydukları görüşler ve zikrettikleri örnekler incelendiğinde farklı sonuçlara ulaşılmasının şu sebeplere dayalı olduğu görülür: a) Bazı meseleler hakkında özel delillerin (nas) bulunması. b) Ruhsatı tercih etmemenin dine bağlılık göstergesi olarak değerlendirilebilmesi. c) Ruhsat sebebi sayılan mazeretin mükellef üzerindeki etkisini değerlendirme gereği. Buna göre azimet-ruhsat üstünlüğü konusunda birinci gerekçenin bulunmadığı durumlarda her bir olayın ve mükellefin ayrı değerlendirilmesi gerekir. Şâtıbî’nin anlatımıyla -hakkında özel şer‘î delil bulunmadıkça- ruhsat görecelidir, aslî hüküm değildir; dolayısıyla azimet-ruhsat tercihinde her bir mükellefin kendi fakihi olması gerekir (a.g.e., I, 314; III, 154-155).[64]

«Azimet, insanların karşılaştığı güçlük ve zaruret hali gibi arızi durumlara bağlı olmaksızın konmuş şer‘î hükümler için kullanılan fıkıh terimidir.

Azimet, “ısrarla istemek, kastetmek, kesin karar vermek” manalarına gelen azm kökünden türetilmiş bir isimdir. Hanefîler azm kökünü, ifade ettiği tekit ve kuvvetten dolayı yemin manası taşıyan lafızlardan saymışlardır. Azimetin karşıtı ruhsattır.

Şer‘î hükümlere değişik yönlerden bakmaktan kaynaklanan önemsiz bazı farklılıklar bir yana, fıkıh usulü âlimleri genel olarak azimeti “arızi hallere bağlı olmaksızın başta konan aslî hükümlere verilen ad” şeklinde tarif ederler. Bu tarife göre azimet farz, vacip, haram, mekruh, sünnet, nafile ve mubah gibi bütün teklifi hükümleri içine alır. Bu hükümler, kulların karşılaştığı sıkıntı ve zorluklar gibi arızi hallere bağlı olmadan başlangıçta konmuş bulunan ve normal şartlarda herkesin uymakla mükellef tutulduğu aslî hükümlerdir.

Buna karşılık, birtakım zaruret ve güçlükler sebebiyle, kullara azimeti terk etme imkânı veren ve yalnız söz konusu arızi durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş hükme de ruhsat denir. Meselâ Allah’a imanın farz oluşu bir azimettir; fakat kalben inanması yani gerçek inancını değiştirmemesi şartıyla, ölüm tehdidi karşısında bulunan bir Müslümana diliyle Allah’ı inkâr etme kolaylığının tanınmış olması bir ruhsattır.

Bunun gibi oruç tutmak normal şartlarda bütün mükelleflere farz olan aslî bir hüküm olması bakımından bir azimettir. Hasta ve yolculara, karşılaştıkları güçlük sebebiyle oruç tutmama kolaylığının tanınmış olması ise bir ruhsattır. Bu bakımdan azimet ve ruhsat, teklifî hükümler çerçevesinde mütalaa edilmektedir. Ruhsat bulunan hususlarda insan azimet veya ruhsata göre amel etmekte serbesttir.

Fakat aslî hüküm olması bakımından kişinin azimetle amel etmesi, meselâ Allah’ı inkâr etmeye zorlanan kimsenin buna direnerek neticede şehit olması veya yolcu ve hastaların güçlüklere rağmen oruç tutmaları daha faziletli bir iştir. Ancak bu son durumda yolcu veya hastanın hayatı tehlikeye girecekse ruhsatla amel etmesi vacip, azimetle amel etmesi ise haramdır. Açlıktan ölecek duruma gelen kimsenin domuz eti veya ölü hayvan eti yemesi de bunun gibidir. Bu durumda ruhsatın asıl hükmü olan muhayyerlik söz konusu değildir.»[65]

«Tasavvufta, günah olması ihtimali ve şüphesi bulunan her şeyden kaçınmak esastır. Bu sebeple tasavvuf bir ruhsat yolu değil azimet yoludur. Sufiler ruhsatlara meyletmez, tevillerden sakınır. Seferde olanların oruç tutmamasını câiz görür, fakat kendileri oruç tutarlar; vakti geldiğinde namazı hemen kılar, ancak bunun şart olmadığını bilirler. Kendilerine hac farz olduğunda hemen hacca giderler; zekâtlarını verirler. İhtiyaçtan fazla yememek, uyumamak ve konuşmamak mubah konulardaki azimettir. Sufiler başkalarına ruhsata göre amel etmeleri için fetva verir, kendileri vera’ ve takvâ esasına göre amel eder. Dinî hükümleri en mükemmel şekilde yerine getirmeye çalışır, başkalarına kolaylık gösterirken nefislerine bu hakkı tanımaz. Nefse müsamaha ve kolaylık gösterilmesinin ihmale ve gevşemeye yol açmasından ve dinî hassasiyetin azalmasından korkarlar. Dinî hassasiyeti doğruların, sâlihlerin, takvâ ehlinin ve Sıddıkların hassasiyeti olmak üzere dörde ayırır. Sıddıkların hassasiyetini en mükemmel dindarlık olarak görür, bu dereceye ulaşmaya çalışırlar (Gazzâlî, II, 95-99).

İlk Sufilerden İbrâhim b. Muhammed en-Nasrâbâdî ruhsat ve tevillere meyletmemenin tasavvufun esaslarından olduğunu söylerken İbn Hafîf nefse müsamaha göstermeyi, ruhsata meyletmeyi ve tevilleri kabullenmeyi müritler için son derece zararlı görür (Sülemî, s. 210, 465, 488).

Kuşeyrî, müritlere ruhsatlara göre davranmamalarını, ihtiyatı elden bırakmamalarını öğütler; ruhsatların zayıf kişiler ve meşguliyeti çok olanlar için olduğuna dikkat çeker. Sûfînin bu yola girerken azimet esasına göre hareket edeceğine dair Allah’a söz verdiğini, ruhsat seviyesine indiğinde ahdini bozmuş olacağını belirtir (er-Risâle, s. 735).

Hz. Peygamber’in zaman zaman ruhsata göre hareket ettiğini söyleyen Serrâc onun bu davranışını örnek oluşuna bağlamakta, bu şekilde davranmak suretiyle ümmetine ruhsatları fiilen öğrettiğini ifade etmektedir (el-Lümaʿ, s. 143).

Sühreverdî ise Resûl-i Ekrem’in ümmetine emir veya tavsiye ettiklerinden daha fazlasını kendisinin yaptığına dikkat çekerek onun söylediklerine göre hareket etmenin ruhsat, yaptıklarını örnek almanın azimet olduğunu vurgular (ʿAvârifü’l-maʿârif, s. 541).

Serrâc Sufilerin takvâ sahibi müminlerin gösterdiği dinî hassasiyeti gösterdiklerini, ancak bunun ötesinde diğer müminlerden farklı olarak kendilerine has azimet esasına dayalı dinî yaşantıları olduğunu ve bu yaşantılarını başkalarının kendilerine örnek almaları gerekmediğini söyler (el-Lümaʿ, s. 143).[66]

ESKİ SOFİLER, KUR’AN’I SAHİPLENEN VE TAM MANASIYLA TEMSİL EDEN MÜMİN KİŞİLERMİŞ.

velitukmilu-l’iddete SAVM’IN ZATINI VE SAYISINI KEMALE ULAŞTIRMANIZI ARZULUYOR

«Bir şeyin kemali, onun istenen tüm vasıflarının tamam olması, bir arada bulunması demektir. KEMÜLE ZÊLİKE dendiğinde, bunun manası, “onun bütün lazım olan şeyleri bir araya geldi” denilmiş olur.

Yüce Allah’ın: “Anneler, çocuklarını, emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için tam iki yıl emzirirler” (2/Bakara 233) sözünde belirtilen tam iki yıl, çocuğun yararına olanın üst sınırı olduğuna işarettir.»[67]

KESİNTİSİZ / AKSATMADAN TAMAMLAYIN / İHMAL ETMEDEN KEMÂLE ERDİRİN

«Iddet, sayılan şeydir. Allah buyurur ki: “Sizden kim hasta veya seferde olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar (2/Bakara 184). Yani Ramazan ayının dışındaki başka bir zamanda, oruç tutamadığı günler kadar oruç tutması gerekir.»[68]

Velitükebbirûllâhe: ALLAH TEÂLÂ’YI SON DERECE YÜCELTMENİZİ DİLİYOR

«VELİTÜKEBBİRÛ fiilinin ‘Alâ ile geçişli kılınması hamd manası içermesi sebebiyledir. Böylece sanki; “Size bu çareyi göstermesine karşılık hamd ederek Allah’ı yüceltesiniz” denilmiş olmaktadır. “Ve şükredesiniz diye” yani şükretmeniz isteğiyle. Allah’ı tekbir etmekten maksat, tazimde bulunmak ve O’nu övmektir. Bu tekbirin Ramazan Bayramı gününün tekbiri olduğu veya hac için ihrama girip Lebbeyk Allāhümme lebbeyk… denmesi esnasında getirilen tekbir olduğu da söylenmiştir.»[69]

«Büyüklük, asıl itibariyle somut şeyler için kullanılır. Bunun yanında kinaye yoluyla soyut şeyler için de kullanılabilmektedir. Yüce Allah’ın:

Eyvah bize! Bu nasıl deftermiş ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış dökmüş dediklerini görürsün (18/Kehf 49).

Ayrıca en büyük hac günü, Allah ve Resûlü tarafından insanlara bir ilandır ki (9/Tevbe 3).

Bu ayette haccın, en büyük, sıfatıyla birlikte anılması da umre’nin, küçük hac olduğuna dikkat çekmek içindir. Nitekim Peygamber (sas): Umre, küçük hacc’tır, buyurmuştur.

Büyüklüğün, bazen de makam, üstünlük baz alınarak söylendiği de açıktır. Yüce Allah’ın şu âyetleri buna misaldir:

De ki: Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah, benimle sizin aranızda şahittir (6/En’âm 19).

Allah görünmeyeni de bilir, görüneni de. Büyüktür ve yücelerden yücedir (13/Ra’d 9).[70]

Alâ mâ hedâküm: SİZİ DOĞRUYA YÖNELTMESİNİN BEDELİ OLARAK İSTİYOR

“Asıl hidâyet Allah’ın hidâyetidir.” (el-Bakara 2/120)

Vele’alleküm teşkürûn(e): KARŞILIĞINDA, ŞÜKREDENLERDEN OLMANIZI BEKLİYOR

«Allah’ın, evreni oluşturan bütün varlıkların yaratıcısı, yaşatıcısı ve geliştiricisi olduğunu (rabbü’l-âlemîn) ifade eden bir ayetle başlayan Kur’an-ı Kerîm’in hemen hemen bütün sureleri ilâhî nimet, lütuf ve hidâyet tecellilerini işleyen temalarla örülmüştür. Buna karşılık kuldan istenen tek şey, ilâhî teveccühe gönlünü açıp onu benimsemek ve teşekkür etmektir. Kelâm literatüründe hâlik ile mahlûk arasındaki bu münasebet şu cümle ile dile getirilir:

“Lütufta bulunana teşekkür etmek lütfa mazhar olanın vicdan borcudur.”

Bu teşekkür ise imandan kaynaklanan yararlı işler yapmakla gerçekleşir.»[71]

A’RÂF 144’DE ŞÜKREDEN KİŞİLER, İLÂHİ VAHYİ UYGULAYANLAR, İLÂHÎ MESAJLARLA AMELDE BULUNANLARDIR. HÜDÂ TARAFINDAN İNDİRİLEN KUR’AN’A RAMAZAN AYINDA DAHA SIKI SARILANLAR, HİDAYETTEN NASİPLERİNİ ALARAK KÜFREDENLER TAKIMINDAN KURTULURLAR VE ŞÜKREDENLER GRUBUNA DAHİL OLURLAR.

Ozanca Bal Meal A’râf 144.    

Buyurdu: Ey Musa! Mesajlarım ve kelâmımla kıldım seni diğer insanlardan mümtaz;

Sıkı sarıl sana verdiğim kitaba ve şükredenlerden ol / itaat et / etme ayetlerime itiraz.[72]

ŞÜKREDEN KİŞİLER, KULLUKLARINI ALLAH’A HAS KILANLAR HÂSILI BAŞKALARINA KULLUKTAN KURTULANLARDIR.

Ozanca Bal Meal Zümer 65-66.                      

Sana şöyle vahyedildi /

Şu şekilde emir verildi:

Ortak koşmayasın, sırf Allah’a kulluk yapasın![73]

Böyle davranarak, şükredenlerden birisi olasın.[74] (31/13, 14)

Bakara/183’deki le’allekum tettekûn cümlesinde orucun amacının takvâya ulaşmak olduğu buyruluyor. Takvâ’nın ne olduğu aşağıdaki meallerde ve TDV ansiklopedindeki TAKVÂ maddesinde şu şekilde aktarılıyor:

“Böylece Allah'ın kitabıyla hayat programı belirlemiş olursunuz.”[75]

“Umulur ki (bu sayede kötülük kirlerinden ve nefse esaretten) sakınırsınız (takvaya ulaşırsınız)[76]

«Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ kelimesi, Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin tarifine göre, “Allah’a itaat ederek azabından sakınmaktır (et-Ta’rîfât, “vķy” md.). Kur’an’da ve hadislerde bazen, “Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak azabından korunma” anlamında kullanılır. Allah’a “ehl-i takvâ” denmesi (el-Müddessir 74/56) koruyan ve korunulan olmasındandır. “Bizi ateşin azabından koru” (el-Bakara 2/201; Âl-i İmrân 3/16, 191) ve “Kendinizi, ailenizi ateşten koruyun” ayetlerinde geçen (et-Tahrîm 66/6) “koru” ve “koruyun” ifadeleri aynı kökten gelir. Kur’an’da müminlerin şeytandan, fitneden (el-Enfâl 8/25), cehennemden (Âl-i İmrân 3/131) ve kıyamet gününden (el-İnsân 76/11) kendilerini korumaları istenir. Takvâ, kötülük ve zarar gelen her şeye karşı ilâhî korumayı talep etmektir. Bu da günahlardan kaçınmak ve iyiliğe / sâlih amellere yönelmekle gerçekleşir.»[77]



[1][1] (Cemal Külünkoğlu Meali)

[2] Ahmet Tekin Meali: “Ramazan ayı, bütün insanların iyiliği, kurtuluşu için bir hidayet kaynağı, hidayet rehberi olan, ALLAH'TAN GELEN, Allah'ın peygamberiyle öğrettiği, hakkı bâtıldan, imanı küfürden, helâli haramdan ayıran apaçık delilleri, şeriatı içeren Kur’an’ın indirildiği aydır.”

[3] [97 Kadr Sûresi]

[4] [6 En’âm 57]. Bkz. 6/157. 11/17, 28, 63.

[5] «Doğruyla eğriyi ayıran belgelerdir.» {DİA, cilt: 06; sayfa: 97, BEYYİNE - Bekir Topaloğlu}.

[6] Kıyamet Günü’nde azaba uğramanızı istemez. (25/26. 54/8. 74/8-10). Bkz. 5/6: Allah, sizi [Kıyamet Günü’nde] zora sokmak istemiyor; sizi tertemiz yapmayı ve üzerinizdeki nimetini tamamlamayı diliyor. (Nimet: 5/3, 20. 14/16. 33/9)

[7] Kıyamet Günü’nde cenneti kazanmanızı ister. İslâm dinindeki kolaylık, asıl hayattaki rahatlıktır. Bkz. 65/4

[8] Hayrat Neşriyat Meali Bakara 165 Açıklaması

[9] https://www.kuranmeali.com/ElMufredat.php

[10] Mehmet Türk Meali Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[11] Süleyman Tevfik (1927) Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[12] Mehmet Türk Meali Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/420-426.

[14] Mustafa İslamoğlu Meali Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[15] Mehmet Türk Meali Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[16] [74/20]

[17] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, www.kuranmeali.com.

[18] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, https://www.kuranmeali.com.

[19] Hidayet Kavramının Anlam Alanı ve Kelamî Ekollerin Hidayete Bakışı Üzerine Giriş Niteliğinde Bir Değerlendirme Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 208-209, Mustafa YALÇINKAYA

[20] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1993 İstanbul, 8. cilt, 427-428. DALÂLET, Müellif: ÖMER FARUK HARMAN

[21] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1993 İstanbul, 8. cilt, 428-429. DALÂLET, Kur’an ve Sünnet’e Göre Dalâlet. Müellif: CİHAT TUNÇ

[22] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1993 İstanbul, 8. cilt, 429-430. DALÂLET, Mezhepler Tarihi. Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZ

[23] BAKARA SÛRESİ - EL-KEŞŞÂF Keşşâf Tefsiri, ZEMAHŞERÎ 1. Cilt, 614.-620. T.C. Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı

[25]TDV İslâm Ansiklopedisi, 1992 İstanbul, 6. cilt, 97-98. BEYYİNE. Müellif: ALİ BARDAKOĞLU

[26] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1992 İstanbul, 6. cilt, 96-97. BEYYİNE (البينة) Müellif: BEKİR TOPALOĞLU

[27] https://www.derlemetefsir.com/bakara/2/ayet/185

[28] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1997, İstanbul, 15. cilt, 9. HÂDÎ (الهادي) Müellif: BEKİR TOPALOĞLU

[29] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, https://www.kuranmeali.com.

[30] Ramazan Altıntaş, Kur’an’da Hidayet ve Dalalet, İstanbul: Pınar Yayınları, 2003, s. 79; İbn Manzur, Lisanu’l- Arap, XIII, s. 414-415; Topaloğlu & Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, s.127.

[31] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1998 İstanbul, 17. cilt, 473-477. HİDÂYET (الهداية) Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZ

[32] Bkz. TDV Ansiklopedisi, HAVÂTIR, Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZ

[33] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1998 İstanbul, 17. cilt, 473-477. HİDÂYET (الهداية) Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZ

[34] Bkz. TDV Ansiklopedisi, TEVFÎK, Müellif: HÜLYA ALPER. 11/88. Mâ tevfîkî illâ billâh / Muvaffakıyetim Allah’a aittir / Başarmam, ancak Allah sayesindedir.”

[35] ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, NAHL SURESİ. Ömer TELLİOĞLU

[36] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1996 İstanbul, 13. cilt, 220-221. FURKAN, Müellif: İBRAHİM ÇELİK

[37] Y Ü S R / K O L A Y L I K Bakara, 185; Kavram 123, Ahmet Kalkan

[38] https://www.kuranmeali.com/Aciklama.php?id=1106&islem=mufredat&kok

[39] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1996 İstanbul, 13. cilt, 221-222. FURKĀN SÛRESİ, Müellif: EMİN IŞIK

[40] Ahmet Tekin Meali Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[41] İsmail Yakıt Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[42] Muhammed Esed Meali Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[43] Mehmet Türk Meali Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[44] https://feyzulfurkan.com/sureler/bakara-suresi/. Açıklamalı Kur'ân-ı Kerîm Meali, Prof. Dr. Hasan Tahsin Feyizli

[45] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/335-340.

[46] https://www.kuranmeali.com/ElMufredat.php

[47] Bkz. Mehmet Türk Meali Bakara Suresi 2. Ayet Açıklaması

[48] Bkz. Erhan Aktaş Meali Bakara 183 Açıklaması

[49] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, www.kuranmeali.com.

[50] Bkz. KUR’AN’I KERİM KAVRAM TEFSİRİ, Ahmed KALKAN

[51] Diyanet Vakfı Meali Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[52] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, www.kuranmeali.com.

[53] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, www.kuranmeali.com.

[54] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, www.kuranmeali.com.

[55] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, www.kuranmeali.com.

[56] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, www.kuranmeali.com.  

[57] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, https://www.kuranmeali.com.

[58] Mehmet Okuyan Meali Bakara Suresi 185. Ayet Açıklaması

[59] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2004 Ankara, 29. cilt, 357-360. MEŞAKKAT, Müellif: ŞÜKRÜ ÖZEN

[60] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2004 Ankara, 29. cilt, 357-360. MEŞAKKAT, Müellif: ŞÜKRÜ ÖZEN

[61] Kıyamet Günü’nde azaba uğramanızı istemez. (25/26. 54/8. 74/8-10). Bkz. 5/6: Allah, sizi [Kıyamet Günü’nde] zora sokmak istemiyor; sizi tertemiz yapmayı ve üzerinizdeki nimetini tamamlamayı diliyor. (Nimet: 5/3, 20. 14/16. 33/9)

[62] Kıyamet Günü’nde cenneti kazanmanızı ister. İslâm dinindeki kolaylık, asıl hayattaki rahatlıktır. Bkz. 65/4

[63] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2004 Ankara, 29. cilt, 357-360. MEŞAKKAT, Müellif: ŞÜKRÜ ÖZEN

[64] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2008 İstanbul, 35. cilt, 207-210. RUHSAT, Müellif: İBRAHİM KÂFİ DÖNMEZ

[65] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1991, İstanbul, 4. cilt, 330. AZÎMET, Müellif: MUSTAFA BAKTIR

[66] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2008, İstanbul, 35. cilt, 210. RUHSAT, TASAVVUF. Müellif: SÜLEYMAN ULUDAĞ

[68] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, https://www.kuranmeali.com.

[69] BAKARA SÛRESİ - EL-KEŞŞÂF Keşşâf Tefsiri, ZEMAHŞERÎ 1. Cilt, 614.-620. T.C. Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı

[70] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, www.kuranmeali.com.

[71] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1997, İstanbul, 15. cilt, 9. HÂDÎ Müellif: BEKİR TOPALOĞLU

[72] Şükretmek, Lokman Suresi 14-15’de “itaat etmek” anlamına gelmektedir.

[73] “BAŞKASINA DEĞİL, SADECE ALLAH´A KULLUKTA BULUNASIN Kİ, ŞÜKREDENLERDEN OLASIN.”

[74] Şükredenlerden olmak isteyenler, kulluğu yalnızca Allah’a tahsis etmeli imiş. Bunu dünyada pek az kişi becerebilmiş: 34/13. 39/67

[75] Abdullah Parlıyan Meali

[76] Abdullah-Ahmet Akgül Meali

[77] Bkz. TDV Ansiklopedisi, cilt: 39; sayfa: 485-486, [TAKVÂ - Süleyman Uludağ]