Kitap İncelemesi: Sorgu

17.01.2022 / Kültür / Sanat / Genel

Henri Alleg tarafından 1958'de yayınlanan ve büyük yankı uyandıran “La Question” eseri Jean-Paul Sartre'ın ön sözü ile yayınlanmıştır.

Kitap İncelemesi: Sorgu

Cezayir Savaşı sırasında Fransız paraşütçüler tarafından kullanılan işkence yöntemlerini bir kurbanın bakış açısından tam olarak tarif eden eser, iki haftada 60 bin kopya sattıktan sonra Fransa'da sansürlendi. Bu çarpıcı otobiyografik hikâyeyi Cezayir'deki Barberousse hapishanesinde yazan Alger Republicain gazetesinin sahibi Henri Alleg, avukatlarının yardımıyla sayfaları kaçırmayı başardı.

"Yozlaşmış Fransızlara saldırarak, Fransa'yı savunuyorum" ifadesiyle başlayan ve ülkemizde “Sorgu” olarak çevrilen kitapta, yazarın El-Biar ve ardından Lodi kamplarındaki hapis ve çilelerinin kronolojik sıralaması bulunuyor. Her şey, 12 Haziran 1957 tarihinde Jacques Massu'nun paraşütçü tümeni tarafından tutuklanması ile başladı.

Akla hayale gelmeyecek birçok işkenceden geçen yazar, eserinde başından geçenleri oldukça detaylı bir şekilde aktarmaya çalışıyor. Diğer tutukluların çığlıklarını, karısı olduğunu zannettiği bir kadının seslerini ve arkadaşı Audin olduğunu düşündüğü bir infazı…

Onu konuşturmak için yapılan tüm çabalar başarısız olduktan sonra, idamla tehdit edildiğini ve buna gerçekten inandığını da söylüyor. Fakat kendisine yapılan tüm şeylere rağmen ne olursa olsun itaatten kaçınan Alleg, sonunda koşulsuz olarak yargıya teslim edildi.

Alger Republicain gazetesinin sahibi Henri Alleg

18 Şubat 1958'de Éditions de Minuit tarafından Jean-Paul Sartre'ın bir önsözüyle yayınlanan La Question, bir süre sonra Paris Askeri Mahkemesi’nin talebi üzerine, "ulusal savunmayı engellemek amacıyla ordunun moralini bozmaya yönelik bir çabaya katkı sağladığı” gerekçesiyle yasaklandı ve 7 bine yakın kopyası toplatıldı. Fakat Nils Andersson iki hafta sonra kitabı İsviçre'nin Lozan kentindeki Éditions de la Cité'de tekrar yayınladı.

Kitapla ilgili veya kitaptan alıntı yapan makaleler aracılığıyla hatıratın kendisi, Fransa'da "neredeyse en çok satan ve hararetli bir tartışma konusu" haline geldi. Fransız hükümeti, Jean-Paul Sartre'ın bu kitabın Fransız ulusu üzerindeki etkilerini özetlediği ve L'Express'te yayınlanan bir makaleye de el koymasına rağmen yine de kitabın önsözü olabilmesi için gizlice dağıtıldı.

1977'de Laurent Heynemann tarafından sinemaya uyarlanan “La Question” (Sorgu) adlı kitabı, tarihin karanlık yönünü aydınlatması ve gerçeği tüm vuruculuğuyla vermesi açısından kesinlikle okunması gereken eserler arasında. Satın almak için tıklayabilirsiniz.

Kitapta İlgimi Çeken Kısımlar

Cezayir halkına yönelik kıyımlar, işkenceler, baskılar yalnızca Cezayir'deki sömürge savaşıyla sınırlı kalmadı. Fransa'nın siyasal yaşamını da zehirledi. 4. Cumhuriyet rejimi bu çürüme içinde çöktü. 5. Cumhuriyet ilan olundu. Fransa, Cezayir savaşı utancından ancak siyasal yaşamında yeni bir sayfa açarak kurtulabildi.

Utkulu! Yazdıklarının herkesin elinde bulunması gereken bu insanı tanımlayabilmek için gerçekten de başka bir sözcük yoktur. İşkence-uşakları onu ne bir cesede ne de bir haine dönüştürebildiler; onu istemeye istemeye ayıplarının ve hele -bu daha da önemli- yenilgilerinin tanığı yaptılar.

Yönetici beylerimiz, huzurumuzun bozulmasını önlemek için, bizi kollama endişelerini, düşünceyi açıklama özgürlüğünün dibini gizlice oyacak kadar ileri götürüyorlar; Hakikat gizleniyor ya da bölüm bölüm işlerine geldiği gibi açıklıyorlar onu. <<Fellahlar>> bir Avrupalı aileyi keserlerse, gazeteler ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar, parçalarına ayrılmış cesetlerin fotoğraflarını bile bizden esirgemiyorlar. Ama bir Arap hukukçu, Fransız deriyüzücüler karşısında intihardan başka çıkar yol bulamayınca, sinirlerimiz bozulmasın diye! haberi üç satırla geçiştiriveriyorlar. Örtmek, aldatmak, yalan söylemek: Anayurda bilgi vermesi gerekenlerin görevi bu; Yoksa <<huzurumuzu kaçırmak>> cinayetlerin en büyüğü olurdu...

…Gazeteler bize yağcılık edip duruyorlar; iyi olduğumuza kendimizi inandırmamızı istiyorlar. Radyo ya da televizyon bizden sadaka isterken, yayınlarına: <<Müthişsiniz>> adını koyuyorlar.

Yazdıklarımı okurken sayacağım şu kişileri hiç mi hiç unutmayın. Ortadan yokolanları, davalarına yürekten inandıkları için gözlerini kırpmadan ölümlerini bekleyenleri, öldürülenleri, nefret ve işkence karşısında bile Fransız ve Cezayir halkları arasında gelecekte doğacak barış ve dostluğa inançlarını yitirmeyenleri. İşte bu kitap onların çektiklerinin, dayandıklarının öyküsüdür.

Cezayirlilerin, kendilerinden pek çok şey öğrendikleri ve dostlukları gerçekten önemli olan Fransız halkıyla işkencecilerini, birbirinden ayırdıklarını bilmenizi isterim. Fakat, <<Sizin de kendi adınıza>> yapılanları da bilmeniz gerek…

Almaları gereken şeyler konusunda birtakım şüpheleri olduğu göze çarpıyordu. Spanos, her kalın kitaba el konması için genel bir emir verdi. Çünkü her kalın kitap Komünist kitaptı. Kocaman bir yemek kitabı kurtulamayanlar arasında idi.

Artık nefes alamıyordum. Acının geçişini kesmek için, yoga uygulamayı düşündüm. Düpedüz faydasız bir şeydi. Bir çağlayanı kağıtla durdurmaya çalışmak gibi. Yogalığım parçalara ayrıldı.

Başka bir yerde derince kazınmış bir öğüt: <<Yemeğini ye, hücreni sev, çok oku.>> (1)

(1) Duvara kazınmış öğüdü anımsadım. Ekmeğini ye, hücreni sev, çok oku. Bence bunların içinde en özlüsü, yiyeceğini ye idi. Yapmakta olduğum da buydu. Bunca olan şeyden sonra böyle bir sonuca varmak biraz eğlendiriciydi. Tekelci sermayenin açık eğilimi olan faşizmle karşılaşmak için, yiyeceğini ye, yapabileceğim tek şey buydu.

Kendimi yokladım. Bacaklarım üstüne saçların yapıştığı kuru kanlarla keçeleşmişti. Her yanı tahriş olmuştu. Bileklerim ve ayak tabanlarım kararıp morarmıştı, yer yer yaralar açılmıştı, şişmiş, sonra patlamışlardı. Hayalarım iltihaptan patlıcan kadar olmuştu, derileri dökülüyordu; karnım ve kaburgalarım tahriş olmuşlardı, kabuk ve çürük içindeydiler. Herhangi bir sargı ya da yaralarıma birazcık ilgi gösterildiğini açıklayan en küçük bir işaret yoktu.

Birbirinin aynı iki sistem var. Dünyayı zaptettiler ve aralarında bölüştüler. Moskova'da akıllı olan adam KGB'ye girer. Washington'daki ise CIA'ya girer. Yüzyılımızın bütün spiritüel değerlerini oluşturan iki örgüt, işte bunlardır. Her şeyi kendi aralarında ortak bir temel üzerinde ayarlarlar, buraya kadar sen benim canımı sıktın, bundan sonra da ben senin canını sıkacağım. Her gün radyo yayınları ile saldırılarını sürdürürken, Moskova'nın "faşist" bir rejimle ticari ilişkilerine son vermemesi gerçeği, sana bir şey anlatmıyor mu? Birbirine bağlı olmak ve sarı tehlikeye karşı koymak için, iki sistemin birleşme eğiliminde olduğunu anlamalısın.

Dünya çoktan sabitleşmiş, neyse o. Herkes onu koruyor, azizler de şeytanlar da.

Soru sormanın incelik dolu, özel bir terminolojisi vardır. <<Ne yaptın?>> sorusu yerine, neyle suçlandığınızı sorarlar. <<İşkence yapıldı mı?>> diye sormazlar, nasıl karşılandığınızı sorarlar. <<Nispeten iyi, yalnız bir kez>>, gibi şaşırtıcı cevaplar alırsınız bazen. Bunun anlamı, size yalnız bir gün bir gece işkence yapılmış olması demektir. <<Nisbeten iyi>>nin anlamı budur.

Yaşlılardan biri Nazi işgali üzerine bir öykü anlatmağa başladı. İşgal sırasında ölmek kolaydı; ölüm bir çözüm yoluydu o zaman. Zor olan yaşamaktı.

Bunun bazı manyakların sapıkça işleri olmadığı ortada. Açık, kesin bir hedefe yönelmiş resmi, somut bir politikaydı bu. Ayağı hala alçıda olan, kasık bağı takan ya da yatakta günlerce hareketsiz kalan kimseler gördüm. Kendi bastonuyla falakaya yatırılmış bacakları felçli bir genç gördüm. Saralı genç bir işçiye işkence yapılmıştı. Yerine ve işkencesine göre değişen farklı özellikleri olan işkence ekolleri vardı. Selanik'te insanlar başaşağı asılıyor, dipçikle falakaya yatırıyorlardı. Pire'de falakayı düğümlü kabloyla uyguladılar. Dionizos'da insanları toprağa gömdüler. Her yandan hakaretler, elektrik şokları. Bütün ekollerin ve işkencelerin ortak yönleri, iz bırakmamak için harcadıkları büyük çabaydı, en azından işkence izleri kaybolana kadar tecritte tutuyorlardı.

Temel amacımız kazanmak ve ölmemek. Ama kazanmak için de ölmemiz gerek ve ölmek için de hayatı sevmeliyiz. Hatırla, ölümlerini sırt çantalarında taşıdılar; alıştıkları çok önemsiz bir şey gibi, günlük tayınları gibi. Daha hiçbir şey görmediniz. Acı çekmediniz.

Şimdi özgür olduğunu sanma, hâlâ hapistesin, yalnız bu kez Avlu daha büyük. Kımıldarsan, görürsün gününü. Ye, yorul, istediğin gibi giyin, özgürsün bu hapiste. Şimdi git, tam günlük bir iş bul da konuşalım. Göreceğiz, hiç politika yapmak için zamanın kalıyor mu?

Suskuları ve umarsamazlıkları ile işkencelerin devamına ve yayılmasına katkıda bulunan, dünyanın her yanındaki barışsever ve açık fikirli insanlar olmasaydı, bu kitap hiç yazılmayacaktı.

Asphalia'daki çatı-katını bulamayan, Kızıl Haç müfettişi M. Marti ya da <<tutuklularla yaptığı yüzlerce konuşma sonunda işkence ve şiddet iddialarının hayali ve açıkça uydurma olduğu sonucuna ulaşan>> Amerikalı senatör Pousisky ya da Yunanistan'ı ziyaret eden İngiliz parlamenterleri ve çalışmaları Sunday Times tarafından incelenen Maurice Fraser gibi kişilerin adlarını da buraya ekleyebiliriz.