İsmet Ay: Türk Tiyatrosunun Sessiz Kahramanı
İsmet Ay, 1924 yılında Samsun’da doğdu ve Türk tiyatro ve sinema dünyasına sessiz ama derin izler bırakarak 2004 yılında hayata veda etti.
Erich Scheurmann’ın, bir kabile şefinin mektuplarını çevirerek oluşturduğu bu eser, adeta bir medeniyet ironisini gözler önüne seriyor.
1878 yılında Almanya’nın Hamburg şehrinde doğan ve asıl mesleği ressamlık olan Erich Scheurmann, 1915’li yıllarda, Bağımsız Samoa Devleti’ne bağlı Güney Büyük Okyanus’undaki adalar topluluğunda bulunan Tiavea köyünde kabile üyesiyken, şef Tuiavii ile tanışık olur. Öğrenciliğini, Alman kökenli misyoner okulu Maristen’de tamamlayan Tuiavii, kendi atalarında da olduğu gibi “aydınlanmış” olarak görülen Avrupa’yı görmeyi iple çeker ve yetişkinliğinde birçoğunu karış karış gezecek şansa sahip olur.
Ama onu, kendi halkından ayıran farklı bir yapısı vardır. Doğal bir yalınlığa sahip bu bilge kabile şefi, gezisi sırasında aldığı notlarla kendi yaşamlarını objektif bir şekilde mukayese etmiş ve anlam veremediği Avrupalı gelenek, görenek, adet ve düşüncelerini mektuplaştırarak, Güneydenizi yerlilerine ulaştırmıştır. Böylece, birçoğu için büyüleyici görünen ve sanılan Avrupa’nın, aslında nasıl da kendi karanlığında boğulduğunu herkese göstermek istemiştir.
Tuiavii’nin mektuplarında sıkça “papalagi” olarak bahsettiği beyazlar ya da yabancılar kelimesi aslında “göğü delen adam” anlamına gelmektedir ve okyanustan kıyılarına gelen gemilerin sanki ufuk çizgisini yarıp geçtiği anlayışına ithafen söylenmiştir.
İşte Tuiavii düşünceleri ve farklı bakış açısıyla, papalaginin kendi tanrılarını nasıl kendi elleriyle yok edip yerine ölü tabular koyduğunu ortaya koymaya çalışırken, dünyamızı tanımamız için bize farklı bir pencere aralıyor. Herkesin mutlaka okumasını dileyebileceğim bu kitap, kimi zaman sizi düşündürecek kimi zaman eğlendirecek birçok anekdota sahip.
Kitapta İlgimi Çeken Kısımlar
Beyaz adam olsa olsa bir de ellerini açıkta bırakır. Sanki kafa ve eller, etle kemikten başka bir şeymiş gibi. Ama bunların dışında etini gösterene pek iyi gözle bakılmaz.
Bir kızı kendine eş olarak seçen delikanlı, aldanıp aldanmadığını hiçbir zaman bilemez. Çünkü kızın bedenini önceden görme olanağı yoktur.[1] Bir kız, Samoa'nın en güzel taopou[2]'sundan daha güzel bile olsa yine de bedenini iyice örter. Böylece kimse onu görememiş ve güzelliğinden zevk alamamış olur.
Kitaptaki not (K.n.): [1] Tuiavii'nin notu: Bu fırsat eline sonradan da oldukça seyrek geçer, o da ya gece saatlerinde ya da yarı karanlıkta. [2] Köy dilberi.
İşte böylece, Papalagi'nin bedeninin neden mutluluğun renginden mahrum kaldığı, böyle beyaz ve soluk olduğu anlaşılmış oluyor. Kadınların ve özellikle de kızların ödü patlar, büyük ışığın etkisiyle biraz kızaracaklar diye. Ne zaman güneşe çıksalar tepelerinde bir de kocaman bir çatı taşırlar. Sanki ayın solgun rengi güneşin renginden daha güzelmiş gibi!
Onlara göre et günahtır ya, Atiu[1]'nundur ya! Bundan daha budalaca bir şey duydunuz mu sevgili kardeşlerim. Beyaz adamın sözlerine inanacak olsak halimiz yaman olurdu. Sözde bizim etimiz volkan kayaları gibi sertmiş. İçinden volkanın o güzelim sıcaklığı da gelmiyormuş. Ama biz yine de, etimiz güneşte konuşabildiği için sevinmeliyiz. Bacaklarımızı saran bir örtü, ayaklarımızı ağırlaştıran ayak kılıfları olmadığı için yaban atları gibi koşturabildiğimize, kafamızdaki örtü düşecek mi diye kaygı çekmediğimize sevinmeliyiz. Beyaz adam budala ve kördür. Gerçek mutluluğa sağırdır ve bu utancını gizlemek için kat kat örtünmesi gerekir.
K.n.: [1] Kötü ruh.
İşte, bütün bunların hepsi; yani kalabalık taş kutular, taş yarıklar, oraya buraya uzanan binlerce ırmağın içindeki insanlar, gürültü, kargaşa; ağaçtan, gökyüzünün mavisinden, temiz havadan, bulutlardan yoksun kapkara kumlar ve dumanlarla kaplı yerler Papalagi'nin "kent" adını verdiği şeydir. Ömründe hiçbir ağaç, tek bir ırmak ve gökyüzü görmemiş ve de Büyük Ruh'la yüz yüze gelmemiş insanların yaşadığı, ama yine de gurur duydukları yaratıları. Lagündeki mercanların arasına yuvalanmış sürüngenler gibi insanlar. Ama o sürüngenlere bile denizin berrak suları, güneşin sıcacık soluğu ulaşır. Acaba Papalagi, yarattığı bu taşla övünüyor mu? Bilemem. O, kendine özgü fikirleri olan bir yaratıktır. Hiçbir anlamı olmayan, onu hasta eden pek çok şeyi yapar; üstelik bununla da yetinmeyip bir de bunları ödüllendirir, üstüne maniler düzer.
Kulak verin bana, siz aklı başında kardeşlerim; inanarak kulak verin ki, kötülüğü ve beyazların korkusunu tanımamış olmanın mutluluğunu tadın. Misyonerin şu söyledikleri konusunda hepiniz tanıklık edebilirsiniz bana: Tanrı sevgiymiş. Gerçek bir Hıristiyan, sevgi düşüncesini her zaman göz önünde bulundurmalıymış. Ulu Tanrı için, beyaz adamın duaları da yeterliymiş. Onun tanrısı kandırdı bizi, açıkça dolandırdı. Papalagi de kendi tanrısını kandırıp fiştekledi bizi Büyük Ruh'un sözlerini kullanarak aldatması için. Çünkü beyaz adamın gerçek tanrısı, kendisinin "para" adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kağıttan başka bir şey değildir.
Avrupa'da para vermeden herkesin yararlanabileceği tek şey buldum: Hava. Havanın da, yalnızca unutulduğu için parasız olduğunu sanıyorum. Hani Avrupalının biri bu dediklerimi duysa, hemen hava için de yuvarlak metal ve ağır kağıt istemeye kalkar. Çünkü her Avrupalı, para istemek için yeni yeni nedenler arayıp duruyor.
Biz kardeşlerim, biz hepimiz yoksuluz. Bizim ülkemiz güneşin altındaki en yoksul ülke. Bizde öyle kutuları dolduracak kadar yuvarlak metal ve ağır kağıt bulunmaz. Bizler Papalagi'nin düşüncesine göre zavallı dilencileriz. Ama ben sizin gözlerinizi varlıklı efendinin gözleriyle karşılaştırdığımda, sizinkiler neşeyle, güçle, yaşamla, sağlıkla büyük bir ışık gibi parıldıyor, onunki ise sönük, solgun ve yorgun kalıyor. Sizin gözlerinizdeki parıltıyı yalnızca, henüz konuşmayı beceremeyen çocuklarda gördüm orada. Çünkü daha paradan haberleri yoktu. Para bir aitu'dur. Onun yaptığı ne varsa kötüdür çünkü. Elini paraya değdiren onun büyüsüne kapılır, onu seven tüm yaşamı boyunca gücünü ve mutluluğunu paraya hizmet etmek için harcar. Biz, konukseverliği, uzattığı her meyve için bir alofa[1] bekleyenleri hor gören geleneklerimizi sevelim. Sevelim ki, Papalagi gibi, kardeşi yanı başında keder ve acı içindeyken mutlu ve neşeli olmayalım.
Eğer bu alçakgönüllü kardeşinizin sözlerine inanır, söylediklerinin gerçek olduğunu düşünürseniz, bilin ki para kimseyi ne daha mutlu ne de daha neşeli yapar. Yaptığı tek şey, insanın yüreğini kötü bir karışıklığa sürüklemektedir. Parayla hiç kimseye yardım edemezsiniz; onu daha mutlu, daha güçlü ve neşeli kılamazsınız. Bu yuvarlak metali ve ağır kağıtları en büyük düşmanınız olarak görün ve ondan nefret edin.
Ah kardeşlerim, inanın bana! Ben Papalagi'nin düşüncelerinin arka yüzünü, onun gerçek isteklerini öğlen güneşinin altındaymışçasına gördüm. O, geldiği yerde Büyük Ruh'un "şey"lerini paramparça ettiği için, arada bir sürü "şey" yaptığı için de kendisinin Büyük Ruh olduğunu sanır.
Adalı kardeşlerim, uyanık ve aydınlık zihinli olmalıyız. Çünkü Papalagi'nin tatlı bir muz gibi görünen sözleri aslında içimizdeki sevinci ve ışığı yok etmeye çalışan gizli bir mızraktan başka bir şey değildir. Büyük Ruh'un "şey"lerinden başka çok az "şey"e ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız. Büyük Ruh kendi "şey"lerini görebilmemiz için bize göz verdi. Üstelik bunların hepsini görmeye bir insan ömrü bile yetmez. Beyaz adamın ağzından çıkanlardan daha büyük yalan yoktur. Neymiş, Büyük Ruh'un "şey"leri işe yaramazmış da bir tek kendi "şey"leri işe yararmış.
Bana "Kaç yaşındasın?" diye sorduklarında, benim gülüp de bunun önemi olmadığını söylemem üstüne utanmam gerektiğini düşünüyorlardı. Hissediyordum bunu hep. "Kaç yaşında olduğunu bilmelisin!" diyorlardı. Bense susup "Bilmemek daha iyi" diye düşünüyordum.
Tanrı'nın pek bir şeyi kalmamış, insanlar her şeyini almışlar ve kendi "benim"leri, "senin"leri haline getirmişler. Birileri çıkıp daha fazla istediği için, Tanrı, güneşini bile herkese eşit dağıtamıyor. Birçokları gölgede küskün ışınları yakalamaya çalışırken, pek azı güzel ve büyük güneşli alanlarda oturuyor. Tanrı, büyük evinde en yüce alii sili[1] olmadığından, Tanrılığının keyfini bile doğru dürüst süremez. Papalagi, "Her şey benim" diyerek tanımazdan geliyor onu.
Doğru düşünseydi, elimizle sıkı sıkıya tutamadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da. Sonra, Tanrı'nın bu büyük evini herkes içinde kendine bir yer bulsun ve mutlu bir yaşam sürsün diye verdiğini de görebilirdi. Bu evin yeterince büyük olduğunu, herkesin payına bir lekecik de olsa güneş ışığı, bir tutam mutluluk düşeceğini; herkes için hiç yoksa küçük bir palmiye gövdesi ve tabii ayaklarını basabileceği bir yer olduğunu görebilirdi. Tanrı'nın istediği ve belirlediği şekilde. Tanrı nasıl olur da çocuklarından birini unutur? Ama yine de birçokları, Tanrı'nın onlara bahşettiği topraktan küçük bir parça edinmek için didinip durur.
Palmiye olgunlaşınca yapraklarını ve meyvelerini döker. Papalagi ise, yapraklarını ve meyvelerini dökmek istemeyen bir palmiye gibi yaşar. "Bunlar benim, siz yiyemezsiniz!" Peki, o zaman palmiye yeni meyveleri nasıl taşıyacak? Palmiyenin bilgeliği Papalagi'ninkinden kat kat yüksektir.
Kişisel yorumum (K.y.): Doğadan ayetler gibi.
"Elinde tuttuğun her şey senindir!" Bu tür saçma sözlere kulaklarınızı tıkayın ve vicdanınıza sıkı sıkıya sarılın. Her şey Tanrı'nındır. (y.n.)[1]
Yayımcının notu (Y.n): [1] Samoa yerlilerinin özel mülkiyetin olmadığı bir toplumsal yapılanış içinde yaşadığını bilenler açısından, Tuiavii'nin bizim mülkiyet kavramımızı bu denli aşağılaması anlaşılabilir bir durumdur. Benim ve senin kavramları bizim kullandığımız anlamda yoktur. Gerçekten de bütün gezilerim sırasında yerliler, çatılarını, döşeklerini, yiyeceklerini, her şeylerini hiç düşünmeden paylaştılar benimle. Şefin ilk selam hitabı, "Benim olan senindir" sözleriydi. "Çalmak" kavramı, adalıların yabancısıdır. Çünkü her şey herkesindir. Her şey Tanrı'nındır.
Ama Papalagi, bizi aldatamaz, aldatamayacak, bizi kendi karanlığına çekemeyecek. O bize Tanrı'nın sözünü getirdi. Doğru. Ama kendisi Tanrı'nın sözünü, öğretisini anlamamış. Ağzıyla anlamış, kafasıyla anlamış, ama bedeniyle değil. Bu ışık içine işlememiş ki dışına yansısın, gittiği yerde her şey yüreğinin ışığıyla aydınlansın. Sevgi de denebilir bu ışığa.
Sözleriyle bedeni arasındaki bu yanlışlığı artık fark etmiyor bile. Ama sen Tanrı lafını yürekten söylemediğini hemen anlarsın. Yüzünü ekşitir, yorgunmuş ya da bu laf onu hiç etkilemiyormuş gibi davranır.
Düşüncelerime dayanarak söylüyorum, Papalagi'nin bize getirdiği İncil, onun için takas edilecek bir maldan başka bir şey değildir. Meyvelerimizi, ülkemizin en büyük, en güzel parçasını elimizden almak için kullandığı bir mal. Papalagi'den her şeyi beklerim ben, çünkü onun yüreğinde alabildiğine pislik, alabildiğine günah olduğunu gördüm. O Papalagi ki bize vahşi der, yani bedeninde yürek değil de hayvan dişi taşıyan; işte Tanrı, bu Papalagi'den daha çok sever bizi.