
Antarktika'ya Gitmek Yasak mı?
Antarktika'ya seyahat kuralları, turistik geziler, araştırma izinleri ve çevresel koruma hakkında merak edilen tüm detaylar burada!
Şefaat, cennetteki derecelerin çift olması demektir.
Vettekû yevmen lâ teczî nefsun ‘an nefsin şey-en velâ yukbelu minhâ şefâ’atun velâ yu/ḣażu minhâ ‘adlun velâ hum yunsarûn(e)
48. Öyle bir güne karşı takvâlı (duyarlı) olun ki (o gün) kimse, kimseden hiçbir şey gideremez; onlardan şefaat kabul edilmez; kendilerinden fidye alınmaz; onlara yardım da edilmez.
Şefaat, aracılık demektir. Yüce Allah ayetin “Onlardan şefaat kabul edilmez” cümlesinde hiç kimseden şefaatin kabul edilmeyeceğini ifade etmektedir. Buradaki mesajın, kâfirlerle ilgili olduğu görüşü ileri sürülmektedir. (Semerkandî, age., I, 50)
“Şefaat” müşriklerin beklediği türden ise bu kesinlikle gerçekleşmeyecektir. Ancak Allah’ın razı olduklarına yine O’nun izin verip razı olduğu melekler tarafından cennette şefaat edileceği bildirilmektedir ki bu da kelimenin kök anlamı gereğince cennetteki derecelerin çift olması, katlanması, bir üst derecede olanlarla birlikte olunması manasında değerlendirilmelidir.[1]
Vettekû yevmen lâ teczî nefsun ‘an nefsin şey-en velâ yukbelu minhâ ‘adlun velâ tenfe’uhâ şefâ’atun velâ hum yunsarûn(e)
123. Öyle bir güne karşı takvâlı (duyarlı) olun ki (o gün) kimse kimseden hiçbir şey gideremez; kimseden fidye kabul edilmez; kimseye şefaat / torpil yarar sağlamaz; onlara yardım da edilmez.
Ayetteki şefaat, “torpil” demektir. Bakara 107’de de inkârcıların, zalimlerin ve bütün insanların mahşerde Yüce Allah’ın dışında herhangi bir dostunun, yardımcısının ve şefaatçinin bulunamayacağıyla ilgili pek çok ayet vardır. (89)
89 - Bakara 2/107, 120; Nisâ’ 4/123, 173; En‘âm 6/51, 70; Tevbe 9/74, 116; Hûd 11/20, 113; Ra‘d 13/37; İsrâ’ 17/97; Kehf 18/17, 26; ‘Ankebût 29/22; Secde 32/4; Ahzâb 33/17, 65; Şûrâ 42/8, 28, 31, 44, 46; Câsiye 45/10; Ahkâf 46/32; Feth 48/22.
Bu durumda hem dünyada hem de ahirette gerçek dost ve yardımcının Yüce Allah olduğunu, müminleri sahipleneceğini, dost ve yardımcı olarak kendisinin yeteceğini bu vesileyle söylemek gerekmektedir. (90)
90 - Bakara 2/257; Âl-i İmrân 3/68; Nisâ’ 4/45; Mâide 5/55; En‘âm 6/127; A‘râf 7/155, 196; Enfâl 8/34; Yûnus 10/62; Yûsuf 12/101; Sebe’ 34/41; Fussilet 41/31; Şûrâ 42/9; Câsiye 45/19.[2]
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû enfikû mimmâ razaknâkum min kabli en ye/tiye yevmun lâ bey’un fîhi velâ ḣulletun velâ şefâ’a(tun)(c) velkâfirûne humu-zzâlimûn(e)
254. Ey iman edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve şefaat / kayırma bulunmayan gün (ahiret) gelmeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edin (verin)! Kâfirler elbette zalimlerdir.
Yüce Allah’ın mahşerde bulunmayacağını haber verdiği şefaat, müşriklerin beklediği türden ise bu kesinlikle gerçekleşmeyecektir. Ancak Allah’ın razı olduklarına yine O’nun izin verip razı olduğu melekler tarafından cennette şefaat edileceği bildirilmekte, bu da kelimenin kök anlamı gereğince “cennetteki derecelerin çift olması, katlanması” manasında değerlendirilmelidir.[3]
Men że-lleżî yeşfe’u ‘indehu illâ bi-iżnih(i)(c)
255. “İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir?”
Yüce Allah 254’üncü ayette mahşer gününde hiçbir şekilde şefaatin olmayacağını beyan ederek, kâfirlerin ve müşriklerin şefaat beklentisini reddetmişti. Bu cümlede de benzer bir mesaj verilmekte ve şefaatin O’nun kudretinde oluşuna özellikle dikkat çekilmekte, O’nun izni olmadan O’nun katında hiç kimsenin şefaat edemeyeceği mesajı verilmektedir. Enbiyâ 28 ve Necm 26’da verilen bilgilerden hareketle, Allah’ın izin vereceklerinin melekler olduğu ve onların da Allah’ın izninden sonra O’nun razı olduklarına şefaat edecekleri anlaşılmaktadır.[4]
Ve enżir bihi-lleżîne yeḣâfûne en yuhşerû ilâ rabbihim(ﻻ) leyse lehum min dûnihi veliyyun velâ şefî’un le’allehum yettekûn(e)
51. Umulur ki takvâlı (duyarlı) davranırlar diye kendileri için O’nun peşi sıra hiçbir dost ve şefaatçinin / aracının bulunmadığı (mahşer gününde) Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’an ile) uyar!
Yüce Allah kendi huzurunda toplanmaktan korkanları vahiy ile uyarmaya dikkat çekerken, mahşerde insanların Allah’tan başka, O’nun peşi sıra veya O’na rağmen hiçbir dostun ve şefaatçinin / aracının olmayacağını haber vermekte, böylece insanların duyarlı olmalarını sağlamayı amaçladığını beyan etmektedir.[5]
Hel yenzurûne illâ te/vîleh(u)(c) yevme ye/tî te/vîluhu yekûlu-lleżîne nesûhu min kablu kad câet rusulu rabbinâ bilhakki fehel lenâ min şufe’âe feyeşfe’û lenâ ev nuraddu fena’mele ġayra-lleżî kunnâ na’mel(u)(c) kad ḣasirû enfusehum vedalle ‘anhum mâ kânû yefterûn(e)
53. (Onlar), onun (kitabın) tevilinden (yorumundan) başka bir şey beklemiyorlar. Onun tevili (yorumu, Son Saat) geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar: “Elbette Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi şefaat edebilenler var mı ki bize de şefaat etsinler veya (dünyaya) geri gönderilsek de yaptıklarımızın tersini yapabilsek?” diyeceklerdir. Onlar elbette kendilerine yazık etmişlerdir ve uydurdukları şeyler (putlar) da kendilerinden kaybolup gitmiş olacaktır.[6]
Men yeşfa’ şefâaten haseneten yekun lehû nasîbun minhâ, ve men yeşfa’ şefâaten seyyieten yekun lehu kiflun minhâ. Ve kânallâhu alâ kulli şey’in mukîtâ(mukîten).
85. Kim güzel / herhangi bir iyiliğe bir şekilde şefaat (iyi bir işe öncülük) ederse onun o işten bir payı olur. Kim de kötü bir şekilde şefaat (kötü bir işe öncülük) ederse onun da ondan bir yükü (payı) olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir.
Ayetteki men yeşfa’ ifadesi “her kim herhangi bir şefaat ederse, bir öncülük yaparsa, bir işe vesile, bir şeye sebep olursa” demektir.
Ayette geçen yeşfa’ fiili, “şefaat etmek” yani “eşlik etmek”, “tek olanı çift hale getirmek”, “arkadaşlık etmek” demektir. Buna göre şefâ‘aten haseneten tamlaması da bu arkadaşlığı güzel bir şekilde yerine getirmek manasında “güzel bir öncülük”, “güzel bir arkadaşlık” anlamına gelmektedir. Zira Fecr 3’te de geçtiği üzere, eş-şef’ kelimesi “tek”in zıddı olan “çift” demektir. Bu ayette sözü edilen “şefaat” da tek olanın çift olması yani savaşta arkadaşına eşlik yani arkadaşlık etmesi manasına gelmektedir.
Hz. Peygamber bir hadisinde “şefaat edin ki ecir alasınız” (Buhârî, Zekât, 21; Müslim, Birr, 145) buyurmaktadır ki bu rivayette de verilmek istenen mesaj, iyi bir şeye öncülük etmek gerektiğine dikkat çekmektir. Benzer şekilde bir başka rivayette Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Her kim Müslüman kardeşi için gıyabında duada bulunursa, bu mutlaka kabul edilir ve melek o kimseye ‘Aynısı senin için de olsun’ diye (dua eder).” (Ebû Dâvûd, Vitr, 29)
Bu ayette verilmek istenen mesajın bilinen ve yaygın olarak kullanılan şefaatle bir ilgisi yoktur. Burada konu, dünya hayatındaki fedakârlıklarla ilişkilidir. Bu nedenle “her kim güzel bir şefaat ederse” ifadesi “her kim güzel bir şekilde öncülük ederse”, “her kim güzel bir işe vesile olursa” manasında yorumlanabilir.
Ayetin öncesiyle bağlantısı düşüldüğünde burada söz konusu öncülük cihada çağrıda bulunan Hz. Peygamber tarafından yapılmıştır. Ancak bu çağrıya icabet edenler yaptıkları fedakârlığın karşılığını elbette alacaklardır.
“Kim de kötü bir şekilde şefaat (kötü bir işe öncülük) ederse onun da ondan bir yükü (payı) olur.” Yüce Allah önceki cümlenin zıddına olarak, bu defa her kim de kötü bir şekilde arkadaşlık ederse, yani bir kötülüğe aracılık veya öncülük ederse, cihada davet eden Hz. Peygamber’le değil de savaşa gitmeyenlerle arkadaşlık ederse kötü bir şey yapmış olacağı için yaptığı şeyden dolayı kendisine bir pay verileceğini bildirmektedir. (Taberî, age., V, 186) Kötülüğe sebep olanlar bunun elbette karşılığını alacaklar, kötülüğün işlenişinden dolayı üzerlerine düşenle yüzleşeceklerdir.[7]
İnne rabbekumu(A)llâhu-lleżî ḣaleka-ssemâvâti vel-arda fî sitteti eyyâmin śümme-stevâ ‘alâ al’arş(i)(s) yudebbiru-l-emr(a)(s) mâ min şefî’in illâ min ba’di iżnih(i)(c) żâlikumu(A)llâhu rabbukum fa’budûh(u)(c) efelâ teżekkerûn(e)
3. Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (dönemde) yaratan, sonra da her işi yöneterek arşa istiva eden Allah’tır. O’nun izni olmadan kimse şefaatçi olamaz. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O’na kulluk edin! (Gerçeği) hatırlamıyor musunuz?
Ayetin, “O’nun izni olmadan kimse şefaatçi olamaz” cümlesi, Zümer 43-44. ayetlerle birlikte okunmalıdır. Bu cümleyi iki farklı şekilde açıklamamız mümkündür:
a) Genelde âlimlerimiz bu ayetteki mesajı mahşerdeki şefaat konusuyla ilişkilendirmektedirler. (Semerkandî, age., II, 105; Taberî, age., XI, 83; Zemahşerî, age., II, 317)
Secde 5’te de açıklayacağımız üzere, Yüce Allah bütün evrenin sahibi olduğunu hatırlattıktan sonra, öncelikle Mekkeli müşriklere ve sonrasında bütün zamanların inkârcılarına hitap etmektedir. Kendisinden sonra veya O’na rağmen inkârcı insanların kendilerini mahşerde Yüce Allah’ın azabından koruyabilecek hiçbir dost ve şefaatçilerinin bulunamayacağını haber vermektedir.
İnkârcı insanların ve zalimlerin mahşerde Yüce Allah’ın dışında ve O’nun izni olmadan herhangi bir şefaatçisinin bulunamayacağıyla ilgili pek çok ayet vardır. (Bakara 2/107, 120; Nisâ’ 4/123, 173; En‘âm 6/51, 70; Tevbe 9/74, 116; Hûd 11/20, 113; Ra‘d 13/37; İsrâ’ 17/97; Kehf 18/17, 26; ‘Ankebût 29/22; Secde 32/4; Ahzâb 33/17, 65; Şûrâ 42/8, 28, 31, 44, 46; Câsiye 45/10; Ahkâf 46/32; Feth 48/22)
Bu durumda hem dünyada hem de ahirette gerçek dost ve yardımcının Yüce Allah olduğunu, müminleri sahipleneceğini, dost ve yardımcı olarak kendisinin yeteceğini bu vesileyle söylemek gerekmektedir. (Bakara 2/257; Âl-i İmrân 3/68; Nisâ’ 4/45; Mâide 5/55; En‘âm 6/127; A‘râf 7/155, 196; Enfâl 8/34; Yûnus 10/62; Yûsuf 12/101; Sebe’ 34/41; Fussılet 41/31; Şûrâ 42/9; Câsiye 45/19)
İnkârcıların beklediği türden şefaat kesinlikle yoktur. Çünkü Zümer 44’te de geçtiği gibi, şefaat bütünüyle ve sadece Yüce Allah’a aittir. Bu itibarla inkârcılara yönelik bu ifadede mahşerde Yüce Allah’ın dışında hiçbir şefaatçinin bulunmadığı açık bir şekilde vurgulanmaktadır.
b) Yorumunu yapmakta olduğumuz cümlenin diğer bir anlamı ise âyetin ilk cümleleriyle ilişkilendirilmektedir. Söylenmek istenen şudur: Yüce Allah kâinatı yaratıp idare ederken herhangi bir gücün yardımına ihtiyaç hissetmemiştir. Konuyla ilgili olarak Râzî, Ebû Müslim el-Isfehânî’den naklen şunları belirtmiştir: “Ayetteki şefî’ kelimesi “ikinci” manasındadır. Bu kelime vitr yani tek olanın zıddı olan şef’ kelimesinden alınmıştır. Bu durum tıpkı “fert ve zevç” “tek ve çift” lâfızları gibidir.
Buna göre ayetin manası şöyle olur: ‘Yüce Allah gökleri ve yeri O’nunla birlikte O’na yardım eden herhangi bir ortak olmaksızın tek başına yaratmıştır. Daha sonra melekleri, cinleri ve insanları yaratmıştır.’ Ayetteki ‘(Bu şefaat) meğerki kendisinin izniyle olsun’ buyruğu ile bu mana kastedilmiştir. Yani ‘Meydana gelen ve varlık âlemine giren herkes ancak Yüce Allah’ın ona kün ‘ol’ demesinden sonra var olmuştur’ demektir.” (Râzî, age., XVII, 15.)
Bu iki yaklaşımın her ikisini de manaya katacak şekilde şöyle birleştirebiliriz: Yüce Allah’ın her şeyi yaratması ve idare etmesi, hiçbir şefaatçinin şefaati ve idare edicinin idaresi ile olmaz ve hiç kimse O’nun izni olmadan herhangi bir hususta O’ndan şefaat dileme (aracı olma) cesaretini gösteremez. Çünkü hikmetli ve doğru olan işi en iyi bilen Yüce Allah’tır. Bu nedenle, insanların, doğru ve uygun olduğunu bilemedikleri şeyi Yüce Allah’tan istemeleri doğru olmaz.
“İşte O Rabbiniz Allah’tır. O’na kulluk edin! (Gerçeği) hatırlamıyor musunuz?”
Yüce Allah bu ifadesiyle bir varlığın ilâh olabilmesi için gökleri ve yeri altı evrede yaratmasının, sonrasında Arş’a kurulup onu hükümranlığa almasının, nihayet şefaat izninin sadece kendisinde olmasının ve bütün işleri sadece kendisinin idare etmesinin şart olduğunu beyan etmek istemekte, bütün bunları yapabilen yegâne kudretin kendisi olduğunu vurgulamaktadır.[8]
4. Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde (dönemde) yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost ve şefaatçi yoktur. (Hâlâ gerçeği) hatırlamıyor musunuz?
13. (Allah’a koştukları) ortaklarından kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmayacaktır. Zaten onlar ortaklarını da inkâr edeceklerdir.
18. Yaklaşan gün hakkında onları uyar! Çünkü (o anda) dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelecektir. Zalimlerin hiçbir dostu ve sözü dinlenir hiçbir şefaatçisi yoktur.
18. Onlar Allah’ın peşi sıra kendilerine zarar da yarar da sağlamayacak şeylere tapıyorlar ve “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.” diyorlar. De ki: “Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi bildiriyorsunuz! O, onların ortak koştuklarından yücedir ve uzaktır.”
23. O’nun peşi sıra ilahlar edinir miyim hiç! Rahmân bana bir zarar vermek isterse, onların (ilahların) şefaati bana hiçbir yarar sağlayamaz ve beni kurtaramaz.
26. Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri hiçbir işe yaramaz. Ancak Allah’ın dilediği ve razı olduğuna izin vermesinden sonraki durum hariç.
23. O’nun (Allah’ın) huzurunda, izin verdiği kimseden başkasına şefaat yarar sağlamaz. Sonunda onların (iyilerin) yüreklerinden korku giderilince (melekler) “Rabbiniz ne buyurdu?” diye soracaklar, onlar (cennetlikler) de “Gerçeği!” diyeceklerdir. O, yücedir, büyüktür.
28. (Allah) onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. (Allah’ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler. Onlar (Allah’a) saygıları nedeniyle titrerler!
Emittehazû min dûnillâhi şufeâe, kul e ve lev kânû lâ yemlikûne şey’en ve lâ ya’kılûn(ya’kılûne).
43. Yoksa onlar Allah’ın peşi sıra (başkalarını) şefaatçiler mi edindiler! De ki: “Onlar hiçbir şeye güç yetiremezlerse ve akıl erdiremezlerse de mi?”
Kul lillâhiş şefâatu cemîâ(cemîan), lehu mulkus semâvâti vel ard(ardı), summe ileyhi turceûn(turceûne).
44. De ki: “Şefaat tamamen ve yalnızca Allah’a aittir. Göklerin ve yerin otoritesi yalnızca O’na aittir. Sonra da yalnızca O’na döndürüleceksiniz.”
Burada müşrikler tarafından son derece olumsuz bir şekilde istismar edilen şefaat konusu ve şefaatin sadece ve sadece Yüce Allah’a ait oluşu gündeme getirilmektedir.
Yüce Allah bu ayette Mekkeli müşriklerin sahip olduğu şefaat algısını ve beklentilerini reddetmekte, Allah’ın peşi sıra şefaatçiler olacaklarını sandıkları putlarının hiçbir şekilde şefaat edemeyeceğini ilan etmektedir.
“Yoksa onlar Allah’ın peşi sıra (başkalarını) şefaatçiler mi edindiler!”
Bilindiği üzere Mekkeli müşrikler melekleri Yüce Allah’ın kızları sanıyor ve kendilerini Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyorlardı.
Yûnus 10/18’de ise müşriklerin putları Allah katında kendilerinin şefaatçileri olacakları şeklinde kabul ettikleri ifade edilmektedir.
“De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezlerse ve akıl erdiremezlerse de mi?”
Yüce Allah katında kesinlikle şefaat edemeyecekleri ifade edilen putların cansız oldukları için dünyada hiçbir şeye sahip olamadıkları ve hiçbir şekilde akıllarını da çalıştıramadıkları, çünkü Necm 23 gibi ayetlerde de belirtildiği gibi akıl ve bilinçten yoksun hayaller olduğu ifade edilmektedir.
Fâtiha 4 ve İnfitâr 19’da beyan edildiği üzere, mahşer şartlarında da bütün yetki ve hükümranlık sadece ve sadece Yüce Allah’ta olacağı için, müşriklerin beklediği türden bir şefaatin gerçekleşmesi kesinlikle mümkün değildir.
Âyetin düz tercümesinden hareketle şöyle bir sonuç çıkartılmamalıdır: “Eğer onlar bir şeylere sahip olsalardı ve akıllarını da çalıştırsalardı şefaat edebileceklerdi.”
Esasında daha önce yorumunu yaptığımız Zümer 36. ayette şöyle buyrulmaktadır:
“Allah kuluna yetmez mi hiç! Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa artık ona hiçbir yol gösteren olamaz.”
Demek ki Yüce Allah kullarına yeterlidir; başka arayışlar beyhudedir.
Bu arada putların ne kadar güçsüz olduğuyla ilgili olarak da yine daha önce ele aldığımız Zümer 38. ayette şu bilgiler yer almaktadır: “Andolsun ki onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah’ derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, onlar (taptığımız şeyler), O’nun verdiği zararı açıp giderebilir mi? Yahut (Allah), bana bir rahmet dilerse onlar O’nun (bu) rahmetini tutup önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Güvenenler de sadece ve sadece O’na güvenip dayanırlar.”
Esasında bu iki ayet bile başlı başına konuyu ortaya koymakta yeterlidir. Ra‘d 16, Lokmân 11, Fâtır 40, Ahkâf 4 gibi ayetlerde Yüce Allah’tan başka hiçbir varlığın kâinatın yaratılmasında, idare edilmesinde ve dönüştürülmesinde herhangi bir katkısı ve ortaklığı bulunmadığı için ayetin verdiği mesajın tersinden hareket ederek, iddia edildiği ve beklendiği gibi şefaat edicilerin bulunabileceği gibi bir algı kesinlikle doğru olamaz.
“De ki: Şefaat tamamen ve yalnızca Allah’a aittir. Göklerin ve yerin otoritesi yalnızca O’na aittir. Sonra da yalnızca O’na döndürüleceksiniz.”
Bu ayette yer alan üç cümle de devrik kalıpta getirilmiştir ve hepsinde de hasr/kasr denen “vurgulu” ifade tekniği söz konusudur.
“De ki: Şefaat tamamen ve yalnızca Allah’a aittir.”
Yüce Allah Mekkeli müşriklerin şefaat algısının yanlış ve asılsız olduğunu beyan ettikten sonra, bütünüyle şefaatin sadece ve sadece kendisine ait olduğunu vurgulu bir ifade ile dile getirmekte, Hz. Peygamber’in bunu ilan etmesini istemektedir. Önceki cümlelerin izahında aktardığımız konuyla ilgili ayetlerin verdiği mesajlar, dahası şefaat konusunun işlendiği bütün ayetler işte yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin ışığında anlaşılmak ve yorumlanmak zorundadır.
Ayetlerde verilen mesajlar açık olmasına ve şefaat yetkisi de bütünüyle ve sadece Yüce Allah’a ait olmasına rağmen, konuyu asıl mecrasından çıkartarak Kur’an’a aykırı kabuller geliştirmek vahyi by-pass edip çaktırmadan devre dışı bırakma sonucunu vermektedir.
I. Kur’an’da “tek olanı çift yapmak” anlamındaki ş-f-‘a kökünden kelimeler 26 ayette 31 kez kullanılmaktadır. Buna göre söz konusu kelimeler;
Yeşfe‘u (2/255), yeşfa’ (4/85), yeşfe‘û (7/53), yeşfe‘ûne (21/28) kalıplarında fiil olarak “şefaat etmek”; Şefî’ (6/51, 70; 10/3; 32/4; 40/18) tekil isim kalıbında “şefaatçi”; Şâfi‘îne/eş-şâfi‘îne (26/100; 74/48) ve şüfe‘â’ (6/94; 7/53; 10/18; 30/13; 39/43) çoğul isim kalıplarında “fefaat edenler, şefaatçiler”; Şefâ‘ah (16) kalıbında “şefaat”; eş-Şef’ (89/3) kalıbında ise “çift” manasında kullanılmaktadır.
16 - Bakara 2/48, 123, 254; Nisâ’ 4/85; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109; Sebe’ 34/23; Yâsîn 36/23; Zümer 39/44; Zuhruf 43/86; Necm 53/26; Müddessir 74/48.
Nisâ’ 85’te yeşfa‘/şefâ‘ah kelimesi dünya hayatı için şefaatin manasını içerecek şekilde “öncülük etmek”, “katkıda bulunmak”, “sebebiyet vermek”, Fecr 3’te geçen şef’ kelimesi ise “çift” anlamına gelmektedir. Ahiretle ilişkilendirilen diğer kullanımları ise beş başlıkta ele almamız mümkündür:
1. Şefaatin sadece Yüce Allah’a ait olduğunu beyan eden ayet: Bu doğrultuda yorumunu yapmakta olduğumuz ayette yani Zümer 44’te şöyle buyrulmaktadır: “De ki: Şefaat bütünüyle ve sadece Allah’a aittir.”
Şefaatle ilgili diğer ayetleri, bu ayeti esas alarak anlamak ve yorumlamak gerekir.
2. Beklenen şefaati ve şefaatçileri mutlak anlamda reddedip onun fayda vermeyeceğini içeren ayetler:
Konuyla ilgili oldukça fazla ayetin bulunduğunu belirtmemiz gerekmektedir. “Öyle bir güne karşı duyarlı olun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz, onlara asla yardım da yapılmaz.” (2/48)
“Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve şefaat (kayırma) bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir.” (2/254) Bu iki ayet, meseleyi açıkça ortaya koymaktadır. Ancak bilinmelidir ki bu konuda pek çok ayet vardır. (20)
20 - Bakara 2/48, 123, 254; En‘âm 6/51, 70, 94; A‘râf 7/53; Yûnus 10/18; Şu‘arâ’ 26/100; Rûm 30/13; Secde 32/4; Yâsîn 36/23; Zümer 39/43; Mü’min 40/18; Müddessir 74/48.
3. Şefaati Yüce Allah’ın iznine bağlayan ayetler:
“İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir?” (2/255)
Bu konuda başka âyetler de vardır. (Yûnus 10/3; Sebe’ 34/23; Necm 53/26)
Bu tür ayetlerde dikkat çekilen husus, şefaatin gerçekleşebilmesi için Yüce Allah’ın izninin mutlak surette şart olduğudur.
4. Şefaat edebilecek varlıklarla ilgili ayetler: Bunlar Kur’an’ın ifadesine göre “Rahmân’ın katından söz alan melekler”dir. (19/87; 43/86)
Konuyla ilgili açıkça bilgi veren ayetlerden biri Necm 26’dır:
“Allah’ın dilediği ve razı olduklarına yönelik olarak izin vermediği sürece göklerde nice melekler vardır ki onların şefaati hiçbir fayda sağlamaz.”
Burada dikkat çekilen husus belli şartlar gerçekleşince meleklerin şefaat edebileceğidir.
Bu konuda diğer bir ayet de Enbiyâ 28’dir:
“Allah, onların (meleklerin) önlerindekini de arkalarındakini de bilir. (Melekler) Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler!”
Bu ayetin öncesindeki ayetlerde ele alınan konu meleklerle ilgilidir ve şefaatinden söz edilen varlıklar da sadece meleklerdir.
Bunlar da “Allah’ın razı olduğu müminler” (21/28); “Allah’ın izin verdiği kişiler” (34/23); “Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseler” (20/109) ve “Allah’ın dilediği ve razı oldukları”dır. (53/26) Burada sözü edilen insanlar özetle “Allah’ın izin verdiği ve razı olduğu” kişilerdir.
II. Bu âyet gruplarından çıkartılabilecek çeşitli sonuçlar vardır:
1. Şefaatle ilgili bütün bu ayetleri birlikte düşündüğümüzde, şefaatin mutlak anlamda sadece Yüce Allah’a ait olduğunu kabul etmek ve ısrarla bu gerçeği vurgulamak durumundayız. Yüce Allah’tan başkasından şefaat beklemek, O’nu yeterince tanımamaktır. Şu husus asla unutulmamalıdır: Hiçbir varlık, insanı Yüce Allah’ın sevdiği kadar sevemez. Dolayısıyla bağışlanmayı ve şefaati Yüce Allah’tan beklemek tek çıkar yoldur.
Bağışlanmak için araya başkalarını vasıta yapanlar, aracılık yapanlar Yüce Allah ile aralarına mesafe koyanlardır; dahası Yüce Allah’ı kendilerinden uzak sananlardır. Oysa Kâf 16’ya göre Yüce Allah insana şahdamarından, hatta Enfâl 24’e göre insanın bizzat kendisinden daha yakındır. Allah-kul-şefaat ilişkisinde anlayışımız bu olmalıdır.
2. Mekkeli müşriklerin beklediği türden bir şefaatin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yüce Allah’tan başkasını otorite kabul edip, bazı artçı tanrıcıklar veya çakma tanrılar edinen ve sonunda onlardan torpil bekleyenler, bu beklentilerinin karşılığını kesinlikle göremeyeceklerdir. İkinci maddede saydığımız ayetlerde de görüleceği üzere, Kur’an bu konuda son derece kesin ve olumsuz ifadeler içermektedir. Esasında Müddessir 48’de ele alınan konu da budur.
3. Daha önce üçüncü maddede naklettiğimiz ayetlerde Yüce Allah şefaati bütünüyle kendi iznine bağlamaktadır. O’nun izni olmadan -hâşâ- sanki O’na rakip anlayışlar türetiliyormuş gibi yeni bir şefaat kurumu oluşturmak son derece yanlış bir anlayıştır.
4. Yüce Allah, daha önce 4 ve 5. maddelerde aktardığımız ayetlerde, şefaat etmeleri için ve şefaate lâyık olabilmeleri için bazı özellikler saymaktadır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, şefaat Yüce Allah’ın iznine bağlıdır. O’nun izin verdiği melekler, yine O’nun izin verip razı olduğu kullara yönelik şefaat gerçekleşecektir.
“Allah’ın razı olduğu kişiye şefaate ne gerek var?” diye bir soru sorulabilir. Buna verilecek cevap, kelimenin kök anlamında vardır: “Tek olanı çift yapmak” demek olan şef’ kelimesi, cennete gitmiş kişilerin oradaki derecelerinin arttırılması anlamını vermektedir. Bir dereceyi hak eden kişilere Yüce Allah bir üst dereceyi verebilir. Bunu melekler vasıtasıyla ilgili kişilere bildirir; böylece meleklerin şefaatinin ne olduğu anlaşılmış olur.
5. Şûrâ 5’e göre, meleklerin yeryüzündeki “bütün insanlar için gerçekleşecek olan” bağışlanma duaları, Mü’min 7’ye göre, “iman etmiş kişiler” için kabul edilmiş olacaktır. İşte onların duası kabul edilince, derece arttırım kararı onların vasıtası ile müminlere iletilir ve şefaat gerçekleşmiş olur.
Esasında Nisâ 69’daki mesaj da bunun tamamlayıcısıdır: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edenler, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, Hakk’a sadık kalanlar, hayatını imanına şahit kılanlar ve iyiliği yayanların safında olurlar. Bunlar ne güzel dostturlar!”
Şefaat, bu dört grupla mahşerde cennet ödülleri içerisinde birlikte olma halidir ve bunu sağlayacak olan da sadece ve sadece Yüce Allah’tır. Haklarında bu karar verilenlere sevindirici haberi melekler vermiş olacaktır. Onların bağışlanma dileği şeklinde müminlere yönelik duaları da böylece kabul edilmiş bulunacaktır.
6. Şefaatin “cehennemden çıkartılıp cennete gönderilme” şeklinde gerçekleşeceği anlayış ise, kişiyi büyük günah işlemeye teşvik edeceği ve onu tembelliğe sevk edeceği için doğru görülmemelidir. Yüce Allah, Nisâ 31’de, “Büyük günahlardan kaçınırsanız diğerlerini örter ve sizi değerli bir ödül yerine (cennete) koyarız” buyurmaktadır. Genelde algılandığı üzere şefaat, büyük günah işleyenlere yönelik gerçekleşecektir. Oysa bu kabul, söz konusu ayetle taban tabana zıttır.
Hz. Peygamber’e nispet edilen ve bir kısmı da ayetlerle açıkça çelişen rivayetleri Kur’an ışığında yeniden değerlendirmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber Kur’an’a aykırı konuşamaz; Kur’an’a aykırı konuşan kişi de peygamber olamaz. Bu durumda, Hz. Peygamber’den geldiği iddia edilen, ancak Kur’an’a aykırılığı da son derece açık olan rivayetleri esas alıp ayetleri yorumlamak doğru değildir.
Yapılması gereken şey, bunun tam tersi olmalıdır: Ayetler esas alınmalı, rivayetler ise yorumlanmalıdır. Kur’an’a uygun rivayetler kabul edilmeli, aykırı olanlar ise “Bunlar Peygamber (as)’ın sözü olamaz” diyerek tevil edilmeli veya açıkça reddedilmelidir.
7. Nafile ibadetleri Hz. Peygamber’in şefaatini elde etmek için yapmak ise son derece büyük bir hatadır ve mutlaka bundan dönülmelidir. “Hz. Peygamber’den şefaat istemek” yerine, onunla birlikte olmak anlamında “onun şefaatini yani arkadaşlığını istemek” gerekir. Peygamberimizin şefaati, onun arkadaşlığının istenmesidir ve Müslümanların böyle bir istekte bulunmaları imanlarının gereğidir.
8. Yüce Allah razı olmadığı için azap uyguladığı kişileri Hz. Peygamberimiz savunamaz; Yüce Allah’ın sevmediğini Peygamberimiz de sevemez. Dolayısıyla, şefaati ispat etmek için Hz. Peygamber’i -hâşâ- Yüce Allah’ın razı olmadıklarının savunucusu durumuna getirmek hiçbir şekilde doğru bir anlayış değildir.
9. Eğer sanıldığı gibi şefaat “birini ateşten kurtarmak” ise, bu anlayış, haliyle günahkârlığı nedeniyle cehenneme atılan bir kişiyi adeta Yüce Allah’ın elinden kurtarmak gibi bir anlamı da beraberinde getirir ki bu son derece hatalı bir yaklaşımdır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Zümer 19’da “Ateşte olanları sen mi kurtaracaksın?” buyrularak, bunun mümkün olamadığı ortaya konulmaktadır.
Bu iki ayet örnekliğinde olduğu gibi büyük günah işleyenleri Hz. Peygamber’in savunmayacağı açıktır. “Şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir” (30) rivayetini bu ayetler ışığında yeniden değerlendirmek gerekir.
30 - Tirmizî, Kıyâmet, 11, 1; Ebû Davud, Sünne, 1; İbn Mâce, Zühd, 37.
Bu ve benzer rivayetler terğîb ve terhîb, yani “özendirme” ve “sakındırma/uzaklaştırma” manasında yorumlanmalıdır.
11. Genelde kabul edilen şekliyle düşünüldüğünde şefaat, cehennemden çıkartılıp cennete gönderilmektir. Cehenneme giren kişi için bu hükmü Yüce Allah verdiğine göre, O’nun hükmünü iptal etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu durumda cehenneme atılan bir kişinin oradan çıkartılması Allah’ın verdiği hükmün bozulması manasına gelmektedir. Böyle bir kabul “Benim katımda söz değiştirilmez” şeklinde Kâf 29’da belirtildiği üzere ayete açıkça aykırıdır.
Ayrıca hükmün değişmesinin imkansızlığını ortaya koyan Ra‘d 41’de de şöyle buyrulmaktadır: “Allah (dilediği gibi) hükmeder; O’nun hükmünü bozacak kimse yoktur. O, hesabı çabuk görendir.” Yüce Allah’ın verdiği hüküm başkaları tarafından değiştirilemez; çünkü O’nun üzerinde başka bir karar mercii yoktur.
Şefaat cennette bir çeşit derece atlatma ve üst derecedekilerle birlikte oluş anlamına gelmektedir. Tamamen Yüce Allah’ın kontrolünde ve meleklerin bildirimiyle gerçekleşecek olan bu işlemde, herhangi bir kayırma veya başkalarına haksızlık söz konusu değildir.
Kur’an’ın sunduğu şefaat kurumunu âcizane böyle anlamaktayız. Hata yaptıysak Rabbimizden af dileriz. Gerçeği Yüce Allah bilir.
“Göklerin ve yerin hükümranlığı sadece O’nundur.”
Yüce Allah mahşer şartlarında müşriklerin beklediği türden bir şefaatin kesinlikle olamayacağını çeşitli ayetlerde (2/48, 123, 254; 74/48) beyan ederek, şefaati beklenen varlıkların hiçbir şekilde hiçbir şeye sahip olamayacaklarını, çünkü göklerin ve yerin hükümranlığının sadece ve sadece kendisine ait olduğunu bildirmektedir.
Hükümranlığın sadece Yüce Allah’a ait oluşu O’nun huzurunda, O’na rağmen hiçbir varlığın hiçbir şekilde şefaat edemeyeceğini göstermektedir. Çünkü “göklerin ve yerin hükümranı olmak” demek, Mekkeli müşriklerin şefaatini beklediği varlıkların da O’nun hükümranlığında bulunması demektir. Durum böyle olunca, başka varlıkların şefaatinden bahsetmek hiçbir şekilde doğru olamaz.
“Sonra da sadece O’na döndürüleceksiniz.”
İnsanlar vefat ettirilince mahşer yolculuğu başlamış olacağı için bu işin sonu Yüce Allah’a döndürülmek olacaktır. Yüce Allah’a kavuşmayı inkâr edenler elbette O’na döndürüleceklerdir. Bilindiği üzere mahşer için yedi aşama yaşanacaktır. Bunlar “Diriltilme”, “toplanma”, “Allah’a sunulma”, “bilgilendirilme”, “sorgulanma/yargılanma”, “değerlendirilme” ve “cennete veya cehenneme sevk edilme” şeklinde yaşanacaktır.
İşte yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin son cümlesinde de bu aşamaların “üçüncüsü” gündeme getirilmektedir. Yüce Allah’ın huzurunda O’na rağmen hiç kimse kendi kurgularını ve kabullerini dini bir esas gibi sunamaz; bütünüyle ve sadece kendisine ait olan, O’nun kontrolünde bulunan şefaat meselesini vahye aykırı şekillerde izaha kalkışamaz. Aksi takdirde Yüce Allah’ın vahyi ile dini kabullerimiz çelişir ki bu durum asla ve asla kabul edilemez.[9]
Yevme izin lâ tenfauş şefâatu illâ men ezine lehur rahmânu ve radıye lehu kavlâ(kavlen).
109. O gün Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğundan başkasına şefaat yarar sağlayamayacaktır. (Allah şefaat bekleyenlerin) önündekilerini de arkalarındakini de bilir. Onlar, bilgi bakımından O’nu kuşatamazlar.
Bu ayette mahşer şartları ve ilâhî iradenin mutlak hâkimiyetine dair bilgi gündeme getirilmektedir.
Bu ayette mahşerde yaşanacaklarla ilgili en çok istismar edilen şefaat konusu gündeme getirilmektedir.
İnkârcılara, kâfirlere, müşriklere vs. inanç problemi yaşayanlara şefaatin hiçbir şekilde faydası olmayacaktır. Şefaat Yüce Allah’ın izin verdiği melekler tarafından O’nun izin verdiği ve razı olduklarına yönelik gerçekleşecektir.
İşte yorumunu yapmakta olduğumuz ayette de bu husus dile getirilmekte, ayrıca şefaatin sadece Allah’ın izin verdiklerine ve sözünden razı olduklarına yönelik fayda vereceği beyan edilmektedir. Ayetin mesajı özellikle Enbiyâ’ 28 ve Necm 26 ile tam bir uyum halindedir. Zira şefaatin gerçekleşmesi için Yüce Allah’ın izni ve razı olması şart olarak belirlenmiştir.
Zemahşerî buradaki maksadın “kime şefaat edileceği”yle değil, “kimin şefaat edeceği”yle ilgili olduğu kanaatindedir. (Zemahşerî, age., III, 86)
Bu durumda, âyette şefaat edebilmek için Yüce Allah’ın izninin ve sözünden razı olmasının şart olduğu ortaya çıkar. Bu yaklaşıma göre, şefaati için izin verileceklerin melek olduğunu söylemeliyiz; çünkü çeşitli âyetlerde şefaatinden söz edilebilen varlıklar sadece melekler olarak zikredilmektedir. (Enbiyâ’ 21/28; Necm 53/26)
Ayetin anlaşılmasında bu şekilde iki ihtimalden söz edilse de metnin ilk yaklaşıma uygun olduğunu söylemeliyiz. İkinci yaklaşımın bazı zorlamalar içerdiği görülmektedir. Dahası, “Allah’ın izin verdiği ve sözünden razı oldukları” bağlamında başta peygamberler olmak üzere, salihlerin, Sıddıkların ve şehitlerin şefaati de devreye sokulmakta, böylece Allah’ın söylemediği şeyler Kur’an’da varmış gibi bir durum söz konusu edilmektedir.
Böyle bir pozisyona düşmemek ve istismar kapısının aralanmasına sebep olmamak için maksadın şefaat edileceklerle ilgili olduğu kanaatini paylaştığımızı özellikle beyan etmek istiyoruz. Yüce Allah’ın izin verdiği, sözünden razı olduğu ve Rahmân’dan söz almış olanların (41 Meryem 87) melekler olduğunu belirterek konuyu toparlamak istiyoruz.
Ayette geçen “Yüce Allah’ın sözünden razı olduğu kimse” ifadesine gelince, bundan maksadın “kalbin bütün samimiyetiyle kelime-i tevhidi söylemesi” olduğu ifade edilmektedir. (Semerkandî, age., II, 430)
Bu görüşten hareket edenler, fasıklara da şefaat edilebileceğinin yolunu açarak diğer ayetlerdeki mesajları görmezlikten gelmişlerdir. Şefaat edilecek kişiler mutlak anlamda Allah’ın razı olduğu kimseler olacağı için, meseleyi başka taraflara, özellikle de cehennemden çıkartılıp cennete götürülmeye evirmek doğru değildir.
Şefaat Yüce Allah’ın izin verdiği ve kendisinden, elbette sözünden de razı olduğu, dolayısıyla cennetine koyduğu mümin kullarının cennetteki derecesini katlamasıdır. Nisâ 69’da saydığı ve bir üst ödülü hak eden dört grup insanla kendilerini arkadaş kılacağını beyan ettiği kişilerle onları cennette buluşturmasıdır. Zira “şefaat” kelimesi “çift” anlamındaki eş-şef’ kökünden türetilmiştir. Bunun için sözünden de eyleminden de hoşnut olması zorunlu bir şart olarak zikredilmektedir.[10]
Nebî (as) şöyle buyurmuştur: Bana ‘İste, sana istediğin verilecek’ denildi de ben de ümmetim için şefaat istemeyi tercih edip onu mahşere beklettim.” (Buhârî, Humus, 8; Müslim, Mesâcid, 3-5; Tirmizî, Siyer, 5).[11]
[1] https://www.kuranokuyan.com/2-bakara-suresi-48-ayet
[2] https://www.kuranokuyan.com/2-bakara-suresi-123-ayet
[3] https://www.kuranokuyan.com/2-bakara-suresi-254-ayet
[4] https://www.kuranokuyan.com/2-bakara-suresi-255-ayet
[5] https://www.kuranokuyan.com/6-enam-suresi-51-ayet
[6] https://www.kuranokuyan.com/7-araf-suresi-53-ayet
[7] https://www.kuranokuyan.com/4-nisa-suresi-85-ayet
[8] https://www.kuranokuyan.com/10-y%C3%BBnus-suresi-3-ayet
[9] https://www.kuranokuyan.com/39-zumer-suresi-43-ayet
[10] https://www.kuranokuyan.com/20-taha-suresi-109-ayet
[11] https://www.kuranokuyan.com/4-nisa-suresi-85-ayet