Hiç Değilse
Bir Haliç gecesinde sahil kenarında yürürken gökyüzünün, yeryüzündeki tüm atom parçacıklarını kaplaması ile döküldü bu satırlar.
İstanbul’un Fatih’i tarafından yaptırılmış dev bir miras. Saray hanedanının, dört yüz küsur sene boyunca devleti yönettiği muhteşem yapı. Şimdilerde, saray hazinelerinin, mukaddes emanetlerin ve imparatorluk arşivlerinin tarih kokan müzesi.
Evet, Topkapı Sarayı’ndan bahsediyoruz. Boğazdan geçen vapur yolcularını ihtişamıyla kendine hayran eden, balkonundan boğaz seyri yapan misafirlerine de muhteşem bir manzara sunan koca saraydan.
Sultanahmet Camii ve Ayasofya’nın karşılıklı heybetli duruşları arasında meydandan geçiyoruz sakince. Dikilitaşlar, müzeler, eski devlet daireleri, ahşap yapılanmalar arasında kendimizi, tam tarih içinde kaybediyoruz ki, Ayasofya tarafında bambaşka bir tarih bizi kendine çağırıyor. Muhteşem bir hat sanatı ile süslenmiş, mehter takımının hücumdan evvel okuduğu ayet ile işlenmiş devasa bir kapı, Bâb-ı Hümayun. Kendimizi bu kapıdan bir an önce içeriye atıyoruz.
Birinci avlu denen, çeşitli törenlerin ve alayların yapıldığı Alay Meydanı’ndayız. Zamanında sarayın halka açık olan tek kısmı burası ki, halkın arzuhalde bulundukları Deavî Kasrı da burada. Tabi temel kalıntılarıyla. Altıncı yüzyılda inşa edildiği söylenen Bizans eseri Aya İrini Kilisesi, bu avlunun en eski kalıntısıdır ki, zamanında arkeoloji müzesi olarak, şu anda da büyük kısmı askeri müze olarak kullanılmakta. Kilisenin hemen yanındaki saray atölyelerinde de, marangozluk, ciltleme, deri işleri ve dış devletlere gönderilecek hediyeler hazırlanırmış.
Bu avluyu, bir başka avluya, yani Divan Meydanı’na bağlayan bir girişin önündeyiz. Sarayın asıl kısmı buradan başlar ki, buraya, imparatorluğun ihtişamı sayılan Bab-üs selam adındaki iki kuleli kapıdan giriş yapılır. Zamanında yalnızca padişah bu kapıdan atıyla geçebilirmiş. Sadrazamlar ve diğer devlet adamları atlarından inerler ve o şekilde giriş yaparlarmış. Tahta geçişler, bayramlaşmalar, elçi kabulleri, yeniçerilere maaş verme törenleri bu meydanda gerçekleşirmiş. Adalet kulesi, dış hazine binası, Divan-ı Hümayun toplantılarının yapıldığı kubbealtının resmiyeti yanında, göze en hoş gelen yer benim için saray mutfaklarıdır ki, gözünüzü kapatıp, biraz hayal katıştırarak nefis kokuların size eşlik etmesini sağlayabilirsiniz.
Bir üçüncü avlu olan Enderun Avlusu’ndayız şimdi de. Genel anlamda koğuşların bulunduğu bu avluda, Arz Odası, Üçüncü Ahmet Kütüphanesi, Enderun Mektebi, Fatih köşkü gibi eserler var. Avlunun en önemli özelliği, sol tarafında bulunan dört kubbeli Has Oda’dır ki, bu odada Mukaddes Emanetler bulunur. Ve Has Oda’nın açıldığı yerde, bizi muhteşem bir teras karşılar. Fıskiyeli bir havuzun şakırdayan suyu, rüzgarın hafif dansıyla ritim tutan lalelerin bahçesine doğru alır götürür bizi. Burası, bulunan tarihi eserlerin kalıntısından çok, huzurun eserleştiği bir yerdir.
Ve o huzurun tadı damağımızdayken, sırlar ardında kalan tarihiyle Harem Dairesi’ne geçiyoruz. Yüksek duvarlarla diğer avlulardan itina ile ayrılmış olan Harem Dairesi, en çok mimari üslubuyla dikkat çekiyor. Üç yüzden fazla oda, dokuz kadar hamam, cami ve hastane barındıran harem bölgesi, çinileri, sütun işlemeleri, ahşap yapılanmasıyla göz dolduruyor.
Ve, daha içindeki yüzlerce eserle Topkapı Sarayı, yılda yaklaşık iki milyon turist ağırlıyor fakat çok değerli bir tarihçimiz olan Profesör Dr. İlber Ortaylı bundan şikayetçi.
“Bu sayının azaltılması, bilinçli ziyaretçinin buraya çekilmesi lazım. Öncelikle burayı ziyaret eden okul çağındaki çocukların yaşlarını yükseltmek gerekiyor.” diyerek aslında gerçekten de güzel bir noktaya değiniyor. Güzellikler, kıymetleri bilindiği kadarıyla güzel kalıyor.