Ne Diyor Bu 'Bir Başkadır' Dizisi Bize

20.11.2020 / Deneme

Bir Başkadır “Benim Memleketim”; onu ancak ben yazar, ben çizer, ben çeker, ben eleştirir, ben över ve ancak yine ben yererim.

Ne Diyor Bu 'Bir Başkadır' Dizisi Bize

(Yazı spoiler içerir.)

Türk sinemasının istisnalar hariç geçmişten bugüne, kendine edindiği temel dert (dindar olanlar ve diğerleri) anlayışı hiçbir zaman kendi adına güncelliğini kaybetmeyecek gibi duruyor. Eğer inançlıysan, tabi burada konu Türk sineması ve içerisinde bulunduğu ve sanırım içinde bulunmaktan sürekli yakındığı Türkiye ise, inanç denildiğinde akla gelen din kaçınılmaz olarak başta İslamiyet ve onun emir-yasakları oluyor.

Öte yandan bu dünyanın diğer kutbu, inançlara saygı duyanlar ve duymayanlar olarak ikiye ayrılıyor. Bu düşünce paradoksu içinde olanlar da yine Türk sinemasının genel anlatımı ile toplumun seçkin tabakası, varlıklıları ve eğitimlileri sacayağı üzerinde duruyor. Sinema ve televizyon tarihimizin sayfalarında üçkağıtçı hocalar (imamlar), üfürükçülere giden avam tabaka, kapısını besmeleyle açıp içeride pirince taş koyan esnaflar ve evlatlarını zorla geleneksel din anlayışı ile yetiştirmeye çalışan ebeveynleri sıralarken, belki de simaları bile gözünüzün önüne gelmiştir; hani o saçı sakalı birbirine karışmış elinde tespihi ile “tövbe, tövbe” diyerek dolaşan suratsız var ya.

bir başkadır hilmi hoca ve meryem

Bugüne kadar dindar karakterle hiç barışamamış sinemamız, aynı bakış açısını köylülere, varoş karakterlere de aktarmış ve eğer böyleysen senden sadece melodram olur beni güldürür, eğlendirir ve hüzünlendirirsin denmiştir. Tabi ki onlardan alacağımız dersler de yok değildir. Patronun karşısına dikilen fakir ama gururlu baba, karıncayı bile incitemeyecek kadar iyi kalpli ama ailesine dokunulduğunda aslan kesilen bir bireydir de aynı zamanda. Yazık ki yine de lafa “bak beyim” diyerek girer ve beyinin her şeye rağmen affettiği işçisinden öteye geçemez. Dünür olamazlar, zengin kız ancak o dünyayı terk ederek vücut bulabilir var olmak istediği dünyasında. Köyde kalleş ağa, şehirde acımasız patron, elinde kadehi, Avrupai eğitimli seçkinleri, açık hava sinemalarında film seyredenlere “oturun tahta sandalyenizde filminizi seyredin ve yerinizi bilin” demiştir geneli itibarı ile.

Bugün bir senarist-yönetmen çıkmış ve bize, bir internet film platformu üzerinden, bu iki kutbun yok demiş birbirinden farkı, her ikisi de aynı! Netice de insan denen varlık beşer olmak nispeti ile maluldür. İnsan eğitimli, eğitimsiz birbirinin aynıdır ve konu insansa, terazinin tek kefesi vardır ve birbiri ile tartmak bize düşmez. Sürekli sınıf ayrımı, inançlı inançsız ayrımı, varlıklı ve yoksul ayırımı bıktırmadı mı? Neden bir insan inançlı olduğunda bunu sadece ya cehaletten ya da birilerinin baskısı ile yapsın? Kendi tercihi ile inanan ve inançlarını yerine getirmiş çok başarılı insanlar da yok mu? Eğitimin en üst seviyelerini almakta, eşekliği baki kılabilir. Seçkin kabul ettiklerimiz de (kimin neye göre seçtiği tartışılır) Avrupai presantabl kişiler de peşin hükümlüdür, hata yapmak onlar da yakışabilir diyen bir film çekmiş, demeyi çok isterdim ama yokmuş birinin diğerinde farkı ve yine, şaşırtmamış bizim mahallenin sokağı; Yeşilçam.

Film daha teşhisi konulmamış hastalığından muzdarip Meryem’in platonik aşkının evinde bayılması ile başlar. Meryem kendi meşrebince tesettürlü, evinde dini vecibelerini yerine getiren ailesi olan ağabeyi, yengesi ve yeğenlerinin mesuliyetini üzerinde hisseden kendi tabiri ile cahil bir kızdır. Bu önermenin başta göze çarpan tarafı temizlikçilik yaparken başını arkasından bağlayan fakir varoş mahallesindeki evinde de evinin hizmetçisi, abisinin, babasının, kocasının kölesi, dini; mahallenin hocasından ve kocasından öğrendiklerinden ibaret bilmektir inançlı olmak.

Aynı mahallenin diğer örneği; Hayrünisa’nın durumu da çok farklı değildir. Hoca babasının baskısından dolayı yine kendi meşrebince tesettürlü ama içinde diskolar kopan, biraz daha az cahil (daha okulunu bitirmemiş) bir genç kızdır. Onu da arkadaşı ile bir eğlence mekanında sebebini anlamadığımız şekilde beraber aynı tuvalete girdiği sırada tanırız.

Dizinin eleştirel bakış açısı ile nam salmasının temel sebebi olan kategorize ettiği cehaletten ya da baskı ile dindar “inançlı” görünenlerin özeti bu iken, diğer tarafta da aldıkları iyi eğitimle bile aileleri tarafında etkilenerek diğer türe mesafeli olan kültürlü, elit ve bir o kadar da açık fikirli olan psikiyatristlerimiz Peri ve Gülbin var.

bir başkadır psikiyatrist peri ve meryem

Varlıklı bir ailenin, kolej mezunu kızı, Meryem’in psikiyatristi Peri, ailesinden ve sosyal çevresinden aldığı peşin hükümle tesettürlülere karşı alerjik reaksiyon gösteren bir karakterdir. Bu durumu kendi psikiyatristi Gülbin’e, danışanı Meryem’in tesettürlü olmasından nasıl da rahatsız olduğunu anlatmasıyla öğreniriz. Buradaki sohbetin istikameti, dizinin aynı zamanda senaristi olan yönetmen Berkun Oya tarafından aktarılış biçimi manidardır. Yönetmen karaktere, sen eğitimli, gün gön görmüş, aklı başında bir insansın nasıl olurda işinde olman gereken profesyonelliği gösteremezsin ve içinde yaşayıp büyüdüğün akvaryumun balığı gibi davranırsın. Yen bu peşin hükmünü ve kendine gel sana yakışmıyor der ki zaten ileri de bu savaşını, deneği Meryem’in üzerinde çalışarak kazanır.

Günün sonunda Meryem dahi tesettürlü ve cahil olmasına rağmen insandır ve bunu anlayarak mutlu olup kendine yakışanı yapar. Gülbin’in durumu daha da içler acısıdır. Onun çatışması da bir başka inançlı cahil olan ablasıyladır. Zengin, görgüsüz ve ağzından ne sigarası ne duası eksik olmayan abla, kız kardeşi Gülbin’in günahkâr bedeni ile büyük bir savaş halindedir. Abla o kadar anlayışsızdır ki engelli kardeşlerinin hassasiyetine rağmen üstelik ailelerinin yanında saç saça baş başa kavgalara bile tutuşur.

Gülbin karakterini de sosyal çevresi ve sevgilisi ile olan ilişkisinden ele alan dizi film, ona da sen sen ol kendin ol, uyma ablana seni her ne kadar idelojinden, yaşam şeklinden ve inançlarından dolayı eleştirse de inme onun seviyesine, ne o halin kalkıp kavgalara tutuşmalar falan sen psikiyatrislerin psikiyatristisin diyerek eleştirir.

Dizide kurulan çatışmaları körükleyen, destekleyen tüm yan karakterlerde de durum değişmez. Meryem’in platonik aşkı Sinan ne iş yaptığını pek de anlayamadığımız ama iyi bir evde yaşayıp varlıklı profil çizen bir karakter olarak tasvir edilir. Yalnız bırakıldığını düşünen ve evi istifçilerin evine benzeyen annesinin komşusunu evladı yerine koymasına içerleyecek kadar çocuk ruhlu bir o kadar da ergen içgüdülerle cinselleşen Sinan, maddi varlığını tamamlamış görünen diğer yanda da kendini kadınlarla kurduğu cinsel bağla ispatlamaya çalışan biridir. İlişkisi olan tüm eğitimli ve üst düzey kadınlar tarafından cinsel meta olarak kullanılan Sinan, Meryem tarafından ütopik, platonik aşk olarak karşımıza çıkar.

Dizi boyunca hoca olarak adlandırılan karakter Hayrünisa’nın üvey babası, emekli bir devlet memurudur ama seyirciye bu memuriyet resmi imam olarak ispatlanmaz. Cami ile olan bağı ve hoca denmesi onu seyirci de caminin resmi imamı olarak şartlandırır. Bu yöntemle seyirciye aktarmak istediğini verir ama çaktırmadan da risk almaktan kaçınır yönetmen.

Meryem’in abisi Yasin geleneği ve geleneğin katı kurallarını dini “taasuplarla” eşine ve kardeşine uygulatan, duygularını ancak bağırıp, çağırma yoluyla ifade edebilen  duygusal olarak hassas bir karakterdir. Yine alt tabakanın, reytinglerin total diyerek adlandırdıkları varoş kesimin tipik hanzosudur. Kocası Yasin karakteri ile beraber ele alınabilecek Ruhiye, geçmişte yaşadığı acı bir olay sonucu travma yaşamıştır ve bunun izleri ciddi şekilde hali hazırda devam eder. Bu sebeple de kocası yasinle de sürekli kavga halindedir. Kıblesini şaşırmış Ruhiye karakterinin eşi Yasin; unut günahlarını sen yasak elmayı yiyen olma onu da senin yerine ben yerim diyecek kadar da düşünceli bir şahsiyettir.

bir başkadır, meryem, abisi ve abisinin eşi ruhiye, araba sahnesi

Filmin aslında temel altyapısının temsili olan ve çatışmaların belki de görünmez öznesi aylak, çorabı delik, sürekli çevresindekilere yerli yersiz felsefe yapan Hilmi’nin, Berkun Oya’nın dizideki yansıması olarak yapılandırdığı kanaatindeyim. Zira sıkı bir Carl Gustav Jung hayranı olan ve sürekli onun felsefesinden bahseden ve yine onun kilisenin içinde değil de yanında durması gibi caminin içinde değil yanında durup, inançlara değil de tanrıya inanan, evrimin sadece biyolojik değil psikolojik aktarımını da inceleyen pskiyatrist Felsefeci Jung’dan çok fazla iz taşır dizinin Hilmi’si aracılığıyla anlattıkları. Hayatını özetleyen slogan olarak “ zıt kutupların birliğini” seçmiş bu felsefecinin zıt kutuplarını başta da söylediğim iki arketip karakter üzerinden anlatır yönetmen.

Bir psikiyatristin eline doğan dizinin ana karakterlerinden Meryem yine bir başka psikiyatrist olan C. G. Jung’un yani Hilmi’nin eline düşecektir belki de geri kalan hayatı boyunca.

Türk sineması ve torunu dizi filmler de ne zaman sosyal sınıfların karşıt kutuplarından temsiller görsek; dindar olanlar, sosyal çevrelerinden etkilenerek, aile baskısı ve/veya cehaletten inançlılardır ve namaz, tesettür gibi emirleri zorla yaparlar. Bu türün örnekleri ancak başlarını, açtıklarında özgürleşirler, ebeveynlerinin görüş ve düşünceleri ne olursa olsun onları kabul etmek zorundadırlar ve istediği gibi yetiştiremezler. Bu eleştirel bakış açısının sahipleri için de kişilerin özgür düşünceleri başlarını açana kadardır, sonrasında ne olacağı onları ilgilendirmez. Yeter ki bizim istediğimiz ve inandığımız yönde özgürleşsinler der ve ardındaki sosyolojik karmaşa umurlarında değildir. Öte yandan elitleri temsil edenler eleştirilirken bile cehalete yakıştırılamadıkları gibi aslında bir şekilde eksik olmamaları konusunda uyarılırlar. Bu onları eleştirmekten çok beslenme zincirinin alt katmanında kalmayın mesajı ile taltiftir bir bakıma.

Tabi ki bu öznel bakış açısının iyi de bir nesnel kaba ihtiyacı vardır ki dizi aynı zamanda içinde bulunduğu platformun diğer örneklerine göre sinematografik açıdan çok daha iyidir. Tabi bu görece bakış açısını besleyen diğerlerinin başarısızlığı mıdır yoksa bu açıdan fikirlerimizin örtüşmesinden midir? Sorusunun cevabı çok sübjektif olacağından bende saklı kalsın. Tabi ki film eleştirisinde objektif olmak zorunda olmayan eleştirmenin üzerinde çalıştığı filmin içeriğindeki gerçeklerden yola çıkması da en büyük mesuliyetidir. Havada kalacak yorumlarına “ben böyle düşündüğüm için böyledir” de diyemez. Aynı düsturla, üzerine hem çok şey yazılıp konuşulabilecek konuları; kendince işleyen bu dizi filmin içinde barındırdığı kutupları arasındaki çatışmayla “kendi derdini” anlatmış senarist-yönetmenin eseri “Bir Başkadır” dizisi açısından analiz yaptık.

Ortaya çıkan manzara; ne kendini tanımış ne kendinden görmediğini. Lütfedip aslında ne kadar da akıllılar, çoklar ve güçlüler diyerek özetledikleri topluluğun kim olduğunu da kendine saklamış dizinin tasarımcıları. Yönetmen kendini nereye konumlandırıyor bilmiyorum ama kendi çektiği karakterlerden uzak gibi duruyor anlatımıyla. Yine hiç bir zaman Kur’an-ı Kerim okumayı beceremeyen, Türk sinemasının bunu sürekli tekrarlamasından da belli ki bilmediğini araştırmaya da tenezzül etmiyor. Artık ben buna kasti diyecek kadar da ciddiye almıyor ve sadece her zamanki gibi üstünkörülük deyip geçiyorum. Kaldı ki sürekli kafasına çuval geçirmekle itham edilen Peri’den de Cennet elmasını ağzına yüzüne bulayarak yiyen komanda abiden de fena vaziyette dizinin tasarım ekibi. Ne sadece dizideki “total” tayfa gibi alçak sesle konuşmak insanı ezik yapar ne kendinden emin duruşla sarf edilen “kültür” pornosu cümleler kurmak kişileri güçlü ve entellektüel bir karakter yapar.

bir başkadır meryemin abisi diskoda çalışıyor

Aşın! Diyeceğim kendinizi ve etrafınızda sizden olmayan diyerek gördüklerinizin neler yapıp nasıl da başarılı ve dizideki dille değil de gerçekten güçlü olabildiklerini anlatın. Tabi bunu aynı ideoloji ve tek sesliliğine sıkışmış sinema ve sanat camiasından beklemektense geçmişte dönemi için çok cesurca örnekler vermiş senarist ve yönetmenlerin sayısını artırmak çok daha kolay ve kesin bir çözüm olacaktır. Oluşabilecek böyle bir rekabetin ortaya koyduğu eserler seyircisine de seçme şansı tanıma ve olayı gerçekten çok boyutlu görme şansı vermiş olur. Yoksa böyle sol gösterip yine sol vuracağını bildiğimiz aynı kişilerden sürekli aynı yerimize darbe almaya devam edeceğiz toplum olarak. Bilinç oluşması ayrı bir durum bu bilinci dile getirip ortaya eserler koymak bambaşka bir etkiye sahip. Bilincimiz oluşup ne kadar zamandır “o işin aslı öyle değil” diyerek birbirimize anlatsak da suya yazdığımız yazı ilk dalgada dağılıp gidecek. Öyleyse başta bu konuyu en fazla içselleştiren kendime ve sesimin gittiği tüm diğer sinemacılara “ne duruyorsunuz, yazın, çekin de alem objektif bakış açısı görsün” diyorum.