Öde Zekâtını, Kurtar İmanını
Zekâtı ödemek; mala mülke tapmaktan, serveti putlaştırmaktan temizlenmektir. Servet tekelimizdeyse, şirk hemen tepemizdedir.
DÖRDÜNCÜ AYET: Bakara 187
Ühille lekum leylete-ssiyâmi-rrafesu ilâ nisâ-ikum(c) hunne libâsun lekum veentum libâsun lehun(ne)(k) ‘alima(A)llâhu ennekum kuntum ta?tânûne enfusekum fetâbe ‘aleykum ve’afâ ‘ankum(s) fel-âne bâşirûhunne vebtegû mâ keteba(A)llâhu lekum(c) vekulû veşrabû hattâ yetebeyyene lekumu-l?aytu-l-ebyedu mine-l?ayti-l-esvedi mine-lfecr(i)(s) sümme etimmû-ssiyâme ile-lleyl(i)(c) velâ tubâşirûhunne veentum ‘âkifûne fi-lmesâcid(i)(k) tilke hudûdu(A)llâhi felâ takrabûhâ(c) kezâlike yubeyyinu(A)llâhu âyâtihi linnâsi le’allehum yettekûn(e)
Ozanca Bal Meal Bakara 187.
HELÂL KILINDI SİZE HANIMLARINIZLA İLİŞKİ,[1] ORUÇ (TUTTUĞUNUZ GÜNLERİN)[2] GECESİ;
ONLARLA İÇ İÇESİNİZ SİZ / EŞLERİNİZ, SİZİN BİR ELBİSENİZ; SİZLER DE ONLARIN ELBİSESİ.[3]
ALLAH, KENDİNİZE İHANET ETMEYE YELTENECEĞİNİZİ[4] BİLDİ;
YÖNELMENİZİ KABUL ETTİ DE SİZİ AFFETTİRECEK ÇARE ÖĞRETTİ.
ŞİMDİDEN SONRA [ORUÇ GECELERİNDE] EŞLERİNİZLE BİRLEŞİNİZ!
VE ALLAH’IN SİZİN İÇİN YAZDIĞINI / HELÂL YOLLA ÜREMEYİ ARZU EDİNİZ!
FECRİN BEYAZ İPLİĞİ, SİYAH İPLİĞİNDEN SEÇİLİNCEYE DEĞİN YİYİNİZ İÇİNİZ!
ARDINDAN DA GECEYE / AKŞAM VAKTİ GİRİNCEYE DEK ORUCU TAMAM EDİNİZ![5]
MESCİTLERDE İTİKÂFTAYKEN, [EVLERİNİZE DÖNÜP] EŞLERİNİZLE BİRLEŞMEYİNİZ!
TÜM BUNLAR ALLAH’IN SINIRLARIDIR, SAKIN OLA Kİ ÇİĞNEMEYE YELTENMEYİNİZ!
ALLAH, İNSANLARA ÂYETLERİNİ İŞTE BÖYLE ALENİ BİR BİÇİMDE AÇIKLAR;
UMULUR Kİ BU SAYEDE TAKVÂLI OLALAR / ATEŞ AZABINDAN KORUNALAR.
BAKARA 187’DEKİ SAVM, ORUÇLU KARI İLE KOCANIN GÜNDÜZLERİ ELLERİNE, DİLLERİNE VE BELLERİNE SAHİP OLMALARI, İŞVELERİNİ VE CİNSEL İLİŞKİLERİNİ İFTAR VAKTİ SONRASINA ERTELEMELERİDİR.
HELÂL KILINDI SİZE HATUNLARINIZLA İLİŞKİ, ORUÇ (TUTTUĞUNUZ GÜNLERİN) GECESİ;
«Halle kelimesinin aslı, düğümü çözmektir. Allah buyurur ki:
Veente hıllün bihêzelbeled / Bu şehir, sana helâldir / Sen bu şehirde dilediğini yapabilirsin (90/Beled 2).»[6]
«Helâl, yapılması dinen serbest olan fiil anlamındadır. Sözlükte mastar olarak “mubah, câiz ve serbest olmak, ruhsat vermek, Harem’den veya ihramdan çıkmak” anlamlarına gelen helâl kelimesi isim olarak haramın karşıtıdır. Helâl kavramının iki anlamı vardır:
a) Dünyevî alanda kutsal olana zarar vermeyecek şekilde davranmak;
b) Dünyevî olan herhangi bir nesneyi kutsallaştırmak. Böylece helâl anlayışının kutsala zarar vermeme ilkesine dayalı olarak geliştirildiği anlaşılmaktadır. Bir anlamda helâl kutsala zarar vermeden yapılan bütün davranışların karşılığıdır. İptidai kültürlerde basitçe kutsal ve kutsal olmayan alan arasındaki ilişkiler ağında yer alan helâl anlayışı, sonraları monoteist dinlerde daha geliştirilerek “herhangi bir şeyin dine uygun oluşu” anlamına bürünmüştür.»[7]
«Hz. Peygamber’in, “Helâl Allah’ın kitabında helâl kıldığı şeyler, haram da Allah’ın kitabında haram kıldığı şeylerdir. Hakkında hüküm belirtmediği hususlar ise sizin için affettiği şeylerdir” (Tirmizî, “Libâs”, 6; İbn Mâce, “Eṭʿime”, 60; Şevkânî, VIII, 120) hadisinde geçen helâl, şeriatta haramların karşıtı olan görev ve sorumluluklarla (vacip) ilgili hükümler olmalıdır ve esasen bu tür helâl ve haramlar İslâm’ın kurucu ve onu diğer dinlerden ayırt edici temel ilkeleri olarak da görülebilir.
Bir hususun dinen helâl olduğunu anlamanın birinci yolu, Kur’an ve Sünnette o şeyin helâl kılındığının açıkça bildirilmesidir. Nitekim Kur’an’da alışveriş ve ticaretin helâl kılındığı (el-Bakara 2/275), ramazan gecelerinde karı-koca ilişkisinin helâl olduğu (el-Bakara 2/187), Ehl-i kitabın kestiğinin ve yemeğinin helâl olduğu (el-Mâide 5/5), deniz avının helâl kılındığı (el-Mâide 5/96) helâl kelimesi veya türevleri kullanılarak bildirilir (diğer örnekler için bk. el-Bakara 2/168; Âl-i İmrân 3/50, 51; el-Mâide 5/1, 4, 88; el-A‘râf 7/157; el-Enfâl 8/69; en-Nahl 16/114; el-Ahzâb 33/50).
b) Kur’an ve Sünnette çok defa belli bir yanlış anlayışı ve kaygıyı gidermek için bir şeyin helâl olduğu, yapılmasında bir günah ve sakıncanın bulunmadığı bildirilebilir. Bu da bir hususun dinen helâl olduğunu bilmenin ikinci yoludur. Nitekim bir ayette (el-Bakara 2/173) haram kılınan yiyecekler sayıldıktan sonra zaruret halinde bunlardan zarureti giderecek ölçüde yenmesinde günah olmadığı bildirilmiştir (benzeri örnekler için bk. el-Bakara 2/158, 198, 203, 235, 236, 282; en-Nisâ 4/23, 24, 102; el-Mâide 5/93; en-Nûr 24/29, 58, 61, 62; el-Ahzâb 33/5, 55; el-Feth 48/17; el-Mümtehine 60/10). Herhangi bir dinî yasaktan sonra gelen emirlerin de bir davranışın yapılmasını isteme değil haramlığın kalktığını ve hükmün eski halini aldığını bildirme amacı taşıdığı söylenebilir. Nitekim Kur’an’daki, “İhramdan çıkınca avlanınız “(el-Mâide 5/2) ifadesi “avlanabilirsiniz” şeklinde anlaşılmıştır; yani ihramlı için getirilen avlanma yasağının (el-Mâide 5/95-96) kalktığını bildirmektedir. Cuma namazından sonra yeryüzüne dağılma ve Allah’ın lutfundan isteme (ticaret) emri de böyle bir anlam taşır. Kur’an’da değişik vesilelerle zikredilen “evleniniz, yiyiniz, içiniz, gezip dolaşınız” gibi emirler ise esasında bu fiillerin helâl olduğunu bildirmekten çok aslen helâl olan bu fiiller işlenirken dikkat edilecek hususları, hikmet ve amaçları açıklamaya yöneliktir.
Bir şeyin dinen helâl olması, hakkında herhangi bir yasağın, aksine bir delilin bulunmamasıyla da anlaşılır. Bu sonuca “istishâbü’l-asl” yoluyla, eşyada mubah oluşun esas olması kuralından hareketle ulaşılır. Kur’an’da göklerde ve yerlerde ne varsa hepsinin insan için yaratıldığı, insanın emrine ve istifadesine verildiği sıkça vurgulanır. Temiz ve güzel olan her şeyin helâl kılınıp sadece kötü ve çirkin şeylerin haram kılındığının bildirilmesi de bu anlamdadır. Kur’an ve Sünnette sadece yapılması istenmeyen veya doğru bulunmayan hususlar tek tek veya ilke olarak açıkça belirtilmiş, böylece geriye kalanların helâl ve mubah olduğu kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Böyle olduğu için de İslâm’ın ferdî ve içtimaî hayatla ilgili olarak yasakladığı veya kayıtladığı hususlar dışında kalan çok geniş bir alan helâl, mubah ve câiz kapsamında yer almaktadır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle demiştir: “Muhakkak ki Allah birtakım şeyleri size farz kılmıştır, onları kaybetmeyiniz. Birtakım sınırlar/ölçüler koymuştur, onları da aşmayınız. Birtakım şeyleri haram etmiştir, onlara el uzatmayınız. Birtakım şeylerde de unutkanlık eseri olmayarak size merhamet olsun diye sükût etmiştir, onları da soruşturmayınız” (Nevevî, el-Erbaʿûn, s. 48; farklı lafızlar için bk. Dârekutnî, IV, 298). Kur’an-ı Kerîm’de, Resûl-i Ekrem’in bazı yiyecekleri ailevî sebeplerle kendisine yasaklaması üzerine, “Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (et-Tahrîm 66/1) denilerek onun yeminini bozması istenmiştir (bk. et-Tahrîm 66/2).
İslâm hukukunda araçların da amaçlar gibi meşru olması esastır. Bu sebeple helâl ve temiz kazanç teşvik edilmiş, haram, gayri meşru ve kirli (habis) yollardan elde edilen kazançlar yasaklanmıştır (Buhârî, “Zekât”, 29; “İcâre”, 20; “Büyûʿ”, 7-8, 15, 39, 113; “Ṭalâḳ”, 51; Müslim, “Zekât”, 44, 63-65; Tirmizî, “Zekât”, 28). Ayrıca, “Ameller ancak niyetlere göredir” (Buhârî, “Îmân”, 41; “Ḥiyel”, 1; Müslim, “İmâre”, 155; Ebû Dâvûd, “Ṭalâḳ”, 11); “Alınması yasak olan şeyin verilmesi de yasak olur” (Mecelle, md. 34; İbn Nüceym, s. 183); “İşlenmesi yasaklanmış olan şeyin istenmesi dahi yasaklanmış olur” (Mecelle, md. 35; bu kaideler için bk. Süyûtî, s. 280-281; İbn Nüceym, s. 183) gibi kurallar da helâl konusunda yardımcı ilkeler olarak değerlendirilebilir.»[8]
«Rafes, cinsî münasebet ve onu çağrıştıran şeyler gibi telâffuz edilmeleri çirkin sayılan anlamları içeren bir sözcüktür. Bu kelime şu ayette cinsî münasebetten kinaye yapılmıştır:
“Oruç gecesi, kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı.” (2/Bakara 187).
Bu ayet, söz konusu zamanda, kadınları cinsî münasebete davet etmenin ve o konuda onlarla konuşmanın caiz olduğuna işarettir.
“Hacda refes’e (çirkin sözlere), günaha ve kavga etmeye yer yoktur.” (2/Bakara 197).
Bu ayet, hac esnasında hem cinsî münasebeti hem de o konuda konuşmayı yasaklamış olabilir. Fakat ayetin sadece cinsî münasebeti yasaklamış olması daha doğrudur.»[9]
«Rafes, kötü, çirkin ve her türlü aşırı/müstehcen söz, eşlerin kendi aralarındaki cinsel çağrışımlar ve münasebetler anlamındadır.
Kur’an’da, oruç gecesi “rafes” yapmanın helâl kılındığı bildirilmiş, kavramın anlamı “eşler arasındaki ilişki” şeklinde açıklanmıştır.
Özetle rafes kavramının Kur’an’da ve hadislerde eşler arasındaki cinsel ilişki, cinselliği çağrıştıran müstehcen söz ve davranışlar ile her türlü olumsuz, kötü, çirkin ve aşırı söz anlamında kullanıldığını ifade etmek mümkündür.»[10]
«Allah Teâlâ, ayet-i Kerime’nin baş tarafında, oruçlu geçen günün gecesinde, erkeklerin eşlerine yaklaşmalarını helâl kılmış ve her konuda olduğu gibi, eşler arasındaki münasebetten söz ederken de bunu, Müslümanlara terbiye dersi veren bir üslup ve ifadeyle bildirmiştir. Zira kadına yaklaşmak manası verdiğimiz rafes kelimesi, açıkça söylenmesi edebe uygun olmayan bir şeyin, kinaye yoluyla ifade edilmiş şeklidir ki, ayet-i Kerime’den bunun, erkekle eşi arasında cereyan eden karı koca münasebeti olduğu anlaşılır.»[11]
Oruç gecesi kadınlarınızla cinsel ilişkiye girmeniz size helal kılındı.
Oruç gecelerinde kadınlarınıza yaklaşmanız, / onlarla cinsel ilişkide bulunmanız size helâl kılınmıştır.
Oruç gecelerinde kadınlarınızla cinsel içerikli konuşmalar yapmak size helal kılındı.
ONLARLA İÇ İÇESİNİZ / EŞLERİNİZ, SİZİN BİR ELBİSENİZ; SİZLER DE ONLARIN ELBİSESİ.
«Lebises-sevbü, “Elbiseyi giydi” yani kendi bedenini onunla örttü demektir. Elbesehû ğayrahû, “Başkasına elbise giydirdi” fiili de bu köktendir.
Lebsün, libêsün ve lebûsün kelimeleri, giyilen şeylerden bahsetmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır.” (7/A’râf 26).
İnsanı her tür kötülükten koruyan, kabalığını ve çirkinliğini örten her şeye libâs denilmektedir. Onun için eş, eşine elbise kılınmıştır. Zira eşler, birbirini çirkin işler yapmaktan alıkoyar ve ona engel olurlar.
Allah buyurur ki:
“Onlar, sizin için bir elbisedirler, siz de onlar için bir elbisesiniz” (2/Bakara 187).
Yüce Allah bu ayette kadınları, erkeklerin elbisesi saymıştır.
Dilde mevcut olan diğer kullanımları ise şöyledir:
Fil emri lebsetün: Bu işte bir karışıklık vardır. Yani, karıştırılabilecek bir şeydir.
Lêbestü fülânen: “Falan adam ile içli dışlı oldum” demektir.»[12]
«Araplarda kadın cinsi, “LiBâS” olarak isimlendirilmiştir. Şair Nâbiğa el-Ca'dî, kadını vasıflandırırken şöyle söylemiştir:
“Eş, boynunu büktüğünde eşine doğru döner ve ona libâs / elbise / giysi olur.”
“Yatak arkadaşı eşinin güzelliğine övgüde bulunursa, eşi kıvrılıp ona elbise olur” der. (Cevheri, Sıhah, VI, s. 973).»[13]
«Ayetteki "Onlar sizin için bir elbisedir; sizde onlar için bir elbisesiniz" cümlesi, oruç gecesi cinsel ilişkinin helâl kılınmasının sebebini beyan etmektedir ki, o da eşleriyle tam iç içe olmaları ve onlara çok ilgi duymaları sebebi ile, onlara dayanmalarının güçlüğüdür. Kadın ve erkeğin her biri diğerine "libas / elbise, örtü" olarak değerlendirilmiştir. Çünkü onlar geceleri kucaklaşmaları ve birbirlerine sarılmaları cihetiyle birbirinin örtüsü gibidirler. Onların birbirlerini örtmeleri gayri meşru ilişkiden korunmalarına vesile olmasındandır.» [14]
YUKARIDAKİ İFADELERDEN BENİM ANLADIĞIM ŞUDUR:
KADININ ERKEK İÇİN ERKEĞİN DE KADIN İÇİN, İNSANIN ÖMÜR BOYU ÜZERİNDE BULUNDURDUĞU BİR ELBİSE OLDUĞUDUR. ERKEKLER, NASIL OLSA AYRILMAZ BİR PARÇALARI OLAN HANIMLARIYLA İLİŞKİYE GİRMEK İÇİN İFTAR SAATİ SONRASINI BEKLEMELİLER. GÜNDÜZLERİ İSE TUTKULARINA SABREDEREK VE CİNSEL İSTEKLERİNİ FRENLEYEREK SAVMLARINI ZEDELEMEDEN GEÇİRMELİLER.
PEKİ, NEDEN HER İKİ CİNSE DEĞİL DE ERKEKLERE HİTAP EDİLMİŞTİR?
“ERKEKLER! SİZE SÖYLÜYORUM, KADINLAR SİZ DE İŞİTİN!” DENİLMİŞTİR.
«Yüce Allah'ın: "Onlar sizin için bir elbisedir" ayeti mübtedâ ve haberdir. "Siz de onlar için bir elbisesiniz."
Elbise aslında bildiğimiz gibi kumaştan örtüler hakkında kullanılır. Daha sonra eşlerin birbirleri ile kaynaşmasına "elbise" denilmiştir. Çünkü onların cesetlerinin birbirlerine kaynaşması, birbirlerinden ayrılmamaları elbiseye benzemektedir. Nâbiğa el-Ca'dî:
"Onunla yatan onun boynunu büktü mü, o da üzerine düşer ve üstünde bir elbise olur" der.»[15]
«Biz, karı-kocanın elbiseye benzetilmesi hususunda şu açıklamalarda bulunduk:
1) Karı koca, kucaklaşıp, birbirlerinin bedenleri birbirine yapışıp her biri diğeri için, adeta üzerine giydiği bir elbise gibi olunca, Cenabı Hak onlardan her birine libâs / elbise adını verdi.
2) Eşlerden her biri diğerini, "Kim evlenirse, dininin üçte ikisini korumuş olur" "Dininin yarısını..." (Keşfu'l-hafâ. 11/239); (el-Câmi'u's - Sağır. 11/168) haberinde de varit olduğu gibi, helâl olmayan şeylerden muhafaza ettiği için, karı ile koca birbirlerinin elbisesi diye adlandırılmışlardır
3) İnsan kendi elbisesini, nasıl kendisine tahsis ederse, hanımını da kendi nefsine tahsis etmiş olması, keza elbisesinde olduğu gibi, kendi bedeninin tamamını karısının bedeninin tamamına bitiştirmeye lâyık bulması yönünden, Allah Teâlâ, hanımı erkeğinin bir elbisesi olarak kabul etmiştir.
4) Bundan maksadın şu olma ihtimali de vardır: İnsan elbisesi vasıtasıyla soğuktan, sıcaktan ve birtakım zararlardan korunduğu gibi, Allah Teâlâ karısı vasıtasıyla, evde olabilecek birçok kötü durumdan kocayı korumaktadır. Halbuki kadın bulunmasa o bozuk taraflar ortaya çıkacaktı.
Sahib-i Keşşaf: “Kadınlarla sizin aranızda böylesi bir içli-dışlı olmak söz konusu olduğu zaman, onlara dayanamayıp onlardan kaçınabilmeniz size kolay olmaz. İşte bu sebepten dolayı kadınlara mübaşeret (cinsî münasebet) size helâl kılınmıştır, ruhsat verilmiştir” der.»[16]
«Erkekler ve kadınlar birbirlerinin elbiseleridir: yani, karşılıklı destek, karşılıklı rahatlık ve karşılıklı koruma içindirler; bir elbisenin vücuda uyduğu gibi birbirlerine uyarlar. Bir giysi aynı zamanda hem gösteriş hem de gizleme amaçlıdır. Seks sorununun ele alınması her zaman hassas bir konudur: burada bize bu tür konularda bile net, açık ve dürüst bir yolun sahtekarlık veya kendini kandırmaktan daha iyi olduğu söyleniyor. Seks içgüdüsü, yeme ve içmeyle aynı sınıfa ayrılır; dizginlenmesi gereken ama utanılmaması gereken hayvani bir şeydir. Üç şey gündüz orucunda haramdır, ancak gece oruç açıldıktan sonra bir sonraki oruca kadar caizdir.»[17]
«Allah Teâlâ'nın iftar vaktinden sonra ve sahura kadar geçen süre içinde, karı koca arasındaki yaklaşmaya izin vermesi ve bunu helâl kılması, kadın ve erkek olarak eşlerin, birbirlerinin libası, yâni elbiseleri gibi olmaları dolayısıyladır. İnsanla sırtına giydiği elbise arasında nasıl bir yakınlık varsa ve elbise, üzerinde bulunduğu kişiyi nasıl sarıp sarmalarsa, karı koca arasında da böyle bir yakınlık ve birbirlerini sarıp sarmalama vardır. Bu yakınlık ise, insanın yaratılışında bulunan karşılıklı arzuların daima canlı kalmasına ve zaman zaman bunların hafifletilmesi zaruretine sebep olur. Bazı hallerde, bunun engellenmesi ise, insanda tahammülsüzlüğe ve denge bozukluklarına yo! açar. İşte, Allah Teâlâ, karı koca arasındaki bu yakınlığa istinaden, oruçlu geçen günlerin gecesinde, eşlerin birbirlerine yaklaşmalarını helâl kılmış, hatta onların, kendiliklerinden bunu nefislerine haram kılmalarını hoş karşılamamış ve bu hoşnutsuzluğunu «Allah, sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu elbette biliyordu» beyanıyla ifade etmiştir.» [18]
ALLAH, KENDİNİZE İHANET ETMEYE YELTENDİĞİNİZİ BİLDİ / DERK ETTİ;
«Ayetteki "Hâne-yehunü-havnen-hıyâneten-ihtiyânen" kökünden gelen "tahtanûne" kelimesi, siz haince davrandınız, ihanet ettiniz demektir. Fakat burada ihanetten daha ağır bir mana ifade eder. İlâhî azaba maruz kılmak suretiyle nefse zulmetmek anlamı taşır. Yani Allah tuttuğunuz orucun sevabını azaltmak, nefsinizi, azaba maruz kılmak suretiyle kendinize zulmettiğinizi biliyordu. Siz işlediğiniz hatalardan tövbe edince, Allah da tövbenizi kabul ve sizi affetti; o hataların izlerini sizden tamamen sildi.» [19]
«Ayetteki “Allah sizin kendi kendinizi kandırdığınızı biliyordu” cümlesinde geçen ihanet, hainlik yapmaya çalışmaktır. Çünkü ayette tehûnûne enfüseküm denmemiştir. Öyleyse onların yaptığı hainlik değil, hainlik yapmaya yeltenmektir.»[20]
«Nefse hıyanet nefsi sevaptan mahrum etmek, ikabe müstahak kılmak suretiyledir. Bidayet-i İslam’da geceleri yatsı namazını kıldıktan, uyuduktan sonra yemek, içmek, kadınlara yanaşmak câiz değildi. Ashaptan bazıları yatsı namazından sonra kadınlara yanaştı, fakat pişman da oldu. İşte nefse hıyanet bu idi. Sonra buna müsaade olundu. Yahut bu ağır teklif devam edince hıyanete düşecek olduğunuzu Allah bildi de teklifi kaldırdı» bu izaha göre hıyanet vaki olmamıştır. Yahut nefse hıyanet nefsi lezzetlerinden mahrum etmek, müsait olduğu şeyden men eylemektir. Buna göre mana şöyledir; Allah bildi ki size ruhsat vermese nefsinizi mahrum edeceksiniz. Onun için bu müsaadeyi verdi.»[21]
NİSÂ 105’E GÖRE HAİN, ALLAH’IN HÜKÜMLERİNE GÖRE HAREKET ETMEYEN KİŞİDİR. ENFAL 58’E GÖRE HAİN, VERDİĞİ SÖZDE DURMAYAN KİŞİDİR. ENFÂL 71’E GÖRE, BAZI KİMSELER, ALLAH’A VE ELÇİSİNE İHANET ETMEKTEDİR. ENFÂL 27’YE GÖRE İSE, BU İHANETLERİ ASLINDA KENDİ ALEYHLERİNEDİR. MÂİDE 13’E GÖRE HAİN, HEM ENFAL 18’DEKİ GİBİ SÖZÜNDE DURMAYAN HEM DE NİSÂ 15’TE DE BELİRTİLDİĞİ GİBİ ALLAH’IN HÜKÜMLERİNE GÖRE HAREKET ETMEYEN HATTA BUNUNLA DA YETİNMEYİP, KİTAPTAKİ KURALLARI, BAZEN ELİYLE BAZEN DE DİLİYLE KENDİ ARZUSUNA UYGUN HALE GETİREN KİŞİDİR. HAİNLER, KİTABA / ALLAH’IN HUDUTLARINA RİAYET ETMEYENLER, KENDİ HEVALARINA UYGUN HÜKÜMLER İCAT EDENLERDİR. YUSUF 52’YE GÖRE HAİN, BİRİSİNİN ARKASINDAN ONUN HOŞLANMAYACAĞI İŞLER ÇEVİREN KİŞİDİR. HAC 38’E GÖRE HAİN, İMAN MESELESİNE AYKIRI DAVRANAN, İMAN DAİRESİNİN DIŞINA TAŞAN KİŞİDİR. BU AYETEKİ İHANET, İMANIN KARŞITIDIR. TAHRİM 10’ GÖRE HAİN, SÂLİH OLMAYAN DAVRANIŞLAR SERGİLEYEN, SEYYİÂT İŞLEYEN KİŞİDİR.
“ALLAH, KENDİNİZE İHANET ETMEYE YELTENDİĞİNİZİ BİLDİ” CÜMLESİNDEKİ İHANET SÖZÜ, “SÖZLEŞMEYİ GİZLİCE BOZMAK SURETİYLE HAKKA MUHALEFET ETMEK / ANLAŞMAYA RİAYET ETMEMEK” ANLAMINDA OLABİLİR. [22] BU TAKDİRDE AYET, “ALLAH, SİZİN ORUÇ / SAVM İBADETİNİN RUHUNA VE RÜKÜNLERİNE AYKIRI DAVRANACAĞINIZI BİLDİĞİ İÇİN, EŞLERİNİZLE GECELERİ İLİŞKİYE GİRMENİZE ALENEN İZİN VERDİ” MANASINA GELİR.
«Orucu farz kılan ve şeklini belirleyen ayetler gelmeden önce Müslümanlar, ehl-i kitap olduğunu söyleyenlerden etkilenerek, farklı uygulamalar yapıyorlardı. Bir kısmı, iftardan sonra yatsı namazını kılıncaya veya yatıp uyuyuncaya kadar yiyip içiyor, eşleriyle beraber oluyordu. Bir kısmı da oruçlu olduğu günlerin gecelerinde, eşleriyle beraber olmuyordu. (Tirmîzî) Bu ayet, böyle farklı uygulamaları ve bu uygulamalarla meydana gelebilecek hataları açıklığa kavuşturmuş ve Müslümanların hataları varsa bunların affedildiğini müjdelemiştir.» [23]
«Bu ayetin nüzulünden önce ilk Müslümanlar arasında yaygın olan, bütün Ramazan ayı boyunca cinsî münasebetten, yemenin ve içmenin, helal olduğu gecelerde bile sakınılması gerektiği şeklindeki görüşe bir atıftır (Râzî). Yukarıdaki ayet bu yanlış anlayışı ortadan kaldırmaktadır.»[24]
«Oruç ilk farz edildiğinde, yatsı namazından itibaren ertesi günün orucu başlardı. Bazı Müslümanlar dayanamayıp eşlerine yaklaştılar. Allah Teâlâ bu ayeti indirerek orucun başlangıcının fecir vakti olduğunu bildirdi.»[25]
«İlk zamanlarda oruçlu, akşam iftar ettikten sonra uyumamak ve yatsıyı kılmamak şartıyla yiyip içebilirdi. İftardan sonra uyur, ya da yatsıyı kılarsa artık yiyip içemez, cinsel ilişkide bulunamazdı. Bazı Müslümanlar, yorgunlukla gece bir şey yemeden uyur, ertesi akşama kadar aç kalır, perişan olurlardı. Zaman zaman, uyuduktan sonra yeme yasağı dışına çıkan Müslümanlar da vardı. İşte onların bu durumu karşısında inen ayetler, oruç şartlarını hafifletmiştir. Ayetin iniş sebebi olarak şu vaka anlatılır: Ensar’dan Ebû Sırma veya Kays ibn Sırma adlı biri, akşamleyin Hz. Peygamber’in yanına gelir. Orucun hayli yıprattığı bu adama peygamber, perişan durumunun nedenini sorar. Adam der ki: Ya Resûlallah, bütün gün akşama kadar hurma topladım. Akşamleyin, karımın takdim edeceği yemek için eve geldim. Fakat o da yemek yapmakta gecikince uyumuşum. Uyandırdıklarında artık bir şey yemek haram olmuştu. Orada bulunan Ömer de kalkıp: Ya Resûlallah, ben de buna benzer bir hareketimden dolayı senden özür dileyeceğim. Son yatsıyı kıldıktan sonra karıma yaklaştım. Başka adamlar da benzeri şeyler yaptıklarını söylediler. İşte bunun üzerine bu ayet indi (İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân: 1/89).»[26]
«Önceleri Müslümanlar oruç gecelerinde hanımlarına yaklaşmazlardı; ancak bazılarının buna dayanamayıp kaçamaklar yaptığı olurdu. (Buhârî, Tefsir 2:27).»[27]
«Müslümanların, nefislerine ihanet etmeleri, geçmiş milletlere farz kılman orucun, gece yasağını da getirdiği ve karıyla kocanın birbirlerine yaklaşmalarını engellediği vehmine kapılmalarından ileri geliyordu. Müslümanlar, bu vehimle eşlerine yaklaşmayı nefislerine haram etmişler, sonra da tahammülsüzlük gösterip, haram ettikleri bu işi işlemişlerdir. Halbuki Allah, gündüz oruçlu kimseye haram kıldığı yiyip içmeyi ve eşine yaklaşmayı, gece için haram kılmamıştı; bu hususta O'ndan herhangi bir emir veya nehiy gelmemişti. Fakat Müslümanlar, kendi içtihatları neticesi, eşlerine yaklaşmanın haram olduğuna inandılar ve böylece nefislerine ihanet ettiler. Ancak, Allah'ın haram kılmadığı bir şeyi haram sayarak nefse ihanet etmek, onları, Allah'a karşı günah işlemiş kimselerin durumuna düşürdü. Günah işleyenlerin yapacakları ilk iş de günahlarından tövbe etmek, Allah'tan af ve mağfiret dilemektir. Filhakika Allah Teâlâ, ayet-i Kerime’de, Müslümanların, bu hatadan tövbelerini kabul edip onları bağışladığını bildirmiş, sonra da «artık (oruçlu günlerin gecesinde) kadınlarınıza yaklaşın ve Allah'ın, sizin için takdir ettiğini dileyin» buyurmuştur.» [28]
«Hıyanet, tövbenin kabulü ve bağışlama, kendi zanlarına ve anlayışlarına göre yaptıklarını günah sayanların bu kabulleri ve kanaatleriyle ilgilidir. “Siz kendiliğinizden sınırlar koydunuz, sonra bunları çiğnediniz, günah işlediğinizi düşünerek tövbe de ettiniz. Allah tövbenizi kabul etti, sizi bağışladı, zaten böyle bir yasak da yoktur” denilmek istenmiş, durum böylece açıklığa kavuşturulmuştur.» [29]
ANLADIĞIM KADARIYLA, SAHABELERDEN BİR KISMI DA 57/27’DE ANLATILAN İNCİL İZLEYİCİLERİNDEN BAZILARININ YAPTIĞI GİBİ BİR RUHBANLIK DAVRANIŞI DENEMİŞLER ONU DA DOĞRU DÜRÜST BECEREMEMİŞLER. ALLAH’IN YAZDIĞININ DIŞINA TAŞARAK AŞIRI DAVRANIŞ SERGİLEYİP İÇİN GÜNAHA GİRMİŞLER AMA TAŞIDIKLARI İYİ NİYETLERİNDEN DOLAYI YİNE DE AFFEDİLMİŞLERDİR. NETİCEDE EĞER İLLE DE ARZULAYACAKLARSA, ALLAH’IN YAZDIKLARINI ARZULAMAK HUSUSUNDA İKAZ EDİLMİŞLERDİR.
57/27. Sonra onların peşinden ve izleri (eserleri) üzerinde elçilerimizi (yine) birbiri ardınca yollayıverdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik; Ona İncil’i verdik ve Ona tâbi (ve talebe) olanların kalplerinde şefkat ve merhamet duyguları yerleştirdik. (Hristiyanların sonradan bir bid’at olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak (güya) Allah’ın rızasını aramak için (kendileri uydurup türetmişlerdi), ama buna da gerektiği gibi riayet etmemişlerdi. Bununla birlikte onlardan iman edenlere (yine de) ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olan (Hakk yoldan çıkan) kimselerdi.
TELAFİSİ İÇİN, TÖVBELERİNİZİ / KENDİSİNE YÖNELMENİZİ KABUL EDEREK SİZLERİ AFFETTİ.
«Tövbe, en güzel şekilde günahı terk etmektir. Bu özür dilemenin en etkili yoludur. Çünkü özür dilemenin üç şekli vardır. Birincisi, özür dileyenin ben yapmadım demesidir. İkincisi, şundan dolayı yaptım demesidir. Üçüncüsü, yaptım, kötü ettim, artık ondan geri döndüm / vazgeçtim demesidir. Bunun bir dördüncüsü yoktur. İşte bu sonuncusuna tövbe adı verilmektedir. Şeriata göre tövbe kötülüğünden dolayı günahı terk etmek, yaptığına pişman olmak, bir daha dönmeyeceğine kesin karar vermek ve düzeltilebilecek olan hareketlerini / amellerini dönüş yaparak düzeltmektir. Bu dört şart bir araya geldiğinde tövbenin şartları tamamlanmış olur.
“Kim tövbe eder de arkasından iyi amel işlerse o kimse esaslı bir pişmanlıkla Allah’a yönelmiş olur” (25/Furkân 71); yani: Tam tövbe; bu da kötü olan şeyleri terk etmekle beraber güzel olan şeyleri yapmaya gayret etmektir.»[30]
«Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud ve Hakim`in Muaz bin Cebel (r.a.)`den rivayet ettiklerine göre sahabeler iftar ettikten sonra uyuyuncaya kadar yer, içer ve hanımlarıyla ilişkide bulunurlardı. Uykuya yattıktan sonra artık bu işleri bırakırlardı. Bir keresinde Hz. Ömer (r.a.) gece bir süre uyuduktan sonra hanımıyla ilişkide bulundu. Sonra Resulullah (a.s.)`ın yanına giderek bu hususu kendisine bildirdi. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayeti kerimeyi indirdi. Buhari`nin Bera bin Azib (r.a.)`den rivayet ettiğine göre Ramazan orucunun tutulması farz kılınınca erkekler bütün Ramazan boyunca hanımlarından uzak durmaya başladılar. Ancak erkekler nefislerine güvenemiyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurdu: "Allah sizin nefislerinize güvenemeyeceğinizi bildi de tövbelerinizi kabul etti ve sizi bağışladı. Şu hâlde artık (geceleri) onlarla ilişkide bulunun ve Allah`ın sizin için takdir ettiğini dileyin..."»[31]
«İlk müminler Medine’deki Yahudi geleneğinin de etkisiyle, oruç gecesinde yeme, içme ve cinsel birleşmenin yasak olduğunu sanıyorlardı. Çünkü Yahudilikte oruçlu biri için bütün bunlar yasaktı. Yahudiler sadece iftardan iftara oruçlarını açarlar, oruç gecesini de aynen gündüz gibi oruçlu olarak geçirirlerdi.» [32]
Sizin sıyam (oruç) ayındaki gecelerde kadınlarınızla birlikte olmanızdan dolayı günah işliyoruz diye üzüldüğünüzü biliyoruz. Günah işliyoruz diye yaptığınız tövbelerinizi de işitiyoruz. Rabbiniz tövbelerinizi kabul etti. İşlediğinizi sandığınız günahlardan sizi af etti. Size kolaylık verdi.
«Tövbe, günahtan dönüp Allah’a yönelme anlamında terimdir. Arapçada tevbe (tevb, metâb) “geri dönmek, dönüş yapmak” anlamındadır ve “dinde yerilmiş şeyleri terk edip övgüye lâyık olanlara yönelme” biçiminde tanımlanır. Tövbe kavramı Allah’a nispet edildiğinde “kulun tövbesini kabul edip lütuf ve ihsanıyla ona yönelmesi” manasına gelir (Zeccâc, s. 61-62; Kuşeyrî, et-Taḥbîr, s. 84).
Kur’an-ı Kerîm’de tövbe kavramı seksen sekiz yerde geçmekte, otuz beş yerde Allah’a, diğerlerinde insanlara nispet edilmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “tvb” md.). Naslarda tövbenin ve anlam yakınlığı içinde bulunduğu “rücû, inâbe, evbe, gufrân” ve af kavramlarının kullanılışı göz önünde bulundurulduğunda tövbenin bezm-i elestte Allah ile kul arasında yapılan ahdin tazelenmesini veya her insanın fıtrat çizgisine dönmesini ve onu korumasını ifade ettiği anlaşılır. Çünkü kul selim fıtratında mevcut ahit şuurundan zaman zaman uzaklaşmakta veya bunu tamamen unutmaktadır. Ahit ilişkisi, Kur’an-ı Kerîm’e göre güven, sevgi ve dostluk esasına dayanmaktadır (el-Bakara 30, 257; el-Mâide 54; el-Enfâl 34).» [33]
«Kur’an-ı Kerîm’de, Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e, Mûsâ’ya, İbrâhim ve İsmail’e ahid verdiği ifade edilir (bk. el-Bakara 2/125; el-A‘râf 7/134; Tâhâ 20/115). Bu ahit, genellikle emir veya talimat verme şeklinde açıklanmıştır. Yine Kur’an’da Allah’la kulları arasındaki bir ahitleşmeden de bahsedilmiş (bk. Yâsîn 36/60) ve Allah adına verilen ahdin bozulmaması istenmiştir (bk. en-Nahl 16/91). Allah’la yaptıkları muahedeye sadık kalanlara büyük mükâfat vaat edilmiş (bk. el-Feth 48/10), ahdini yerine getirmeyenler bozguncu olarak nitelendirilmiş (bk. el-Bakara 2/27) ve Allah’a karşı ahitlerini hiçe sayanların ahirette hiçbir nasip alamayacakları haber verilmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/77). “Siz bana verdiğiniz ahde sadık kalın ki ben de size verdiğim ahdi ifa edeyim” (el-Bakara 2/40) mealindeki ayet değişik şekillerde tefsir edilmiştir. Bir yoruma göre ayette geçen birinci ahit, Allah’ın kullarına olan emir, yasak ve tavsiyeleri, ikinci ahit ise Allah’ın kullarına vaat ettiği af ve mükâfatıdır. Diğer bir görüşe göre birinci ahit Allah’ın ahdi, yani kulları üzerindeki hakkı, ikinci ahit de kulların rableri üzerindeki haklarıdır. Bir hadise göre Allah’ın kul üzerindeki hakkı, kulun şirk koşmaksızın kendisine ibadet etmesi, kulun Allah üzerindeki hakkı ise azap görmeden cennete girmesidir (bk. Buhârî, “Libâs”, 101; Müslim, “Îmân”, 48).»[34]
«Kişinin işlediği kötülükler Allah Teâlâ ile iman arasındaki bu bağı zedelemekte, her zaman vaadini ve ahdini yerine getiren yüce yaratıcıdan onu uzaklaştırmaktadır. Tövbe de bu uzaklaşmaya son verme çabasıdır. Dolayısıyla tövbe ruhun Allah’a açılışını ve yücelişini hedefleyen duaya benzemektedir. Esasen Kur’an’da ve hadislerde yer alan tövbe ve istiğfar ifadelerinin çoğu dua ve niyaz üslûbundadır.
Kur’an-ı Kerîm’de tövbe kavramıyla anlam yakınlığı içinde bulunan kelimelerden biri rücû olup şirk ve küfürden dönüşü ifade eder (meselâ bk. el-Bakara 2/18; el-A‘râf 7/168, 174; es-Secde 32/21). “Tekrar tekrar gelmek” manasındaki “nevb” (nevbet) kökünden türeyen inâbeyi Râgıb el-İsfahânî “pişmanlık duyup Allah’a dönme ve samimiyet duyguları içinde iyi davranışlarda bulunma” şeklinde açıklar. Kur’an’da on sekiz yerde geçen inâbe Hz. İbrâhim’e, Süleyman, Dâvûd, Şuayb ve Hz. Muhammed’e nispet edilmiştir. “Evb” de (evbe, iyâb, meâb) tövbe anlamında kullanılmış, Hz. Dâvûd, Süleyman ve Eyyûb’a izafe edilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “nvb”, “evb” md.leri).
Kur’an-ı Kerîm’de tövbe etme hakkının tövbeyle, ilâhî affa mazhar olabilme imkânının bilerek ve inatla değil de cehalet yüzünden kötülük yapan kimseye verildiğine işaret edilir (en-Nisâ 4/17; el-En‘âm 6/54; en-Nahl 16/119). Buradaki cehalet “bilgisizlik” anlamına geldiği gibi “beşerî hislerin baskısı altında bulunan kalbin duyarsızlığı” manasına da alınabilir. Allah’ı rab, Muhammed’i peygamber ve İslâm’ı din olarak kabul eden kimsenin bu gafleti uzun sürmez, pişmanlık duyarak tövbe eder; Nisâ suresindeki ayetin devamı da buna işaret etmektedir. Şu hâlde tövbenin ilk şartı nedamettir, Resûlullah’ın ifadesiyle, “Pişmanlık duymak tövbenin kendisidir” (Müsned, I, 422-423, 433; İbn Mâce, “Zühd”, 30). Nedamet halinde bulunan kişi tövbeye konu olan günahı terk eder ve bir daha işlememeye karar verir. Âlimler tövbenin Allah nezdinde kabul edilmesinin bu üç şartına (nedamet, terk, tekrar işlememe) bir dördüncüsünü eklemiştir; o da iyi amel işlemek suretiyle geçmişteki hataların telâfi edilmesidir. Bu dört şartın üçüncüsünü oluşturan günahı tekrar işlememe hususu Allah’ın mağfiretine kavuşmak için Kur’an’da şart koşulmuştur (Âl-i İmrân 3/135). Nefsani arzularına kapılabilen insan için zor bir sınav olan bu noktada tövbe teşebbüsünde öncelik verilmesi gereken şey bir daha yapmamaya kesin karar vermektir. Bununla birlikte günahın tekrar işlenmesi durumunda yine pişmanlık duyup bir daha yapmamaya azmetmek gerekir. Nitekim bir hadiste Allah’tan sürekli bağışlanmasını dileyen kimsenin günahında ısrar etmiş sayılmayacağı ifade edilmiştir (Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26; Tirmizî, “Daʿavât”, 106).
Tövbenin makbul olması için öngörülen amel-i sâlih şartı çeşitli ayetlerde yer almaktadır. Günahtan dolayı pişmanlık duyularak yapılan tövbeler için bazı ayetlerde amel-i sâlih, bazılarında halini düzeltme (ıslah) şartı zikredilir (meselâ bk. el-Mâide 5/39; Tâhâ 20/82; M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “tâbe”, “tâbû” md.leri). Bununla birlikte tövbenin kabul edilmesinin ilâhî iradeye bağlı olduğu ifade edilmiştir (et-Tevbe 9/15, 27; el-Ahzâb 33/24).
Kabule şayan tövbe “tevbe-i nasûh”tur. “Hâlis ve samimi tövbe” anlamına gelen bu terkip İmam Mâtürîdî tarafından “kişinin yaptığı kötülüğe kalben pişman olması, bir daha işlememeye azmetmesi, elini günahtan çekmesi, diliyle Allah’tan bağışlanma talep etmesi, daha önce günahla zevk kazandırdığı bedenini bu zevkten uzaklaşma yolunda kullanması” şeklinde açıklanmıştır (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, V, 181). Amel-i sâlihin bir ayette günahları giderdiği ifade edilirken (Hûd 11/114) diğer bir ayette kötülükleri iyiliklere çevirdiği belirtilmiştir (el-Furkān 25/70). Müfessirler, ilk ayetin Müslümanın bir gün içinde işlediği küçük günahların -kul hakkı dışında- affedilebileceğini haber verdiğini kabul etmiştir (Taberî, XII, 171-174; Mâtürîdî, VII, 250-252). İkinci ayette ise küfür veya şirkten dönerek iman eden ve sâlih amel işleyen kimseler kastedilmektedir. Bunların seyyiatının hasenata tebdil edilmesine “kötülüklerden ibaret olan davranışlarının bu yeni dönemde iyiliklere dönüştürülmesi” biçiminde mana vermek mümkündür (Taberî, XIX, 58-61).
Âlimler, işlenen günahların tövbeden sonra amel defterinden silinmesi için tövbekârın bazı telâfilere girişmesinin gerektiğini belirtir. Günahlar kul hakkıyla ilgili olmayıp sadece ilâhî haktan ibaretse ve bunların içinde kazâsı mümkün farz ibadetler varsa bunlar kazâ edilmelidir. Daha çok zâhir âlimlerinin benimsediği görüşe göre kasten terkedilen namazların kazâsının bulunmadığı söylenirse de büyük çoğunluk bunların da kazâ edilebileceğini belirtir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 204-215). Kul hakkına yönelik günahlara gelince bu konuda aslolan Hz. Peygamber’in şu talimatıdır: “Müslüman kardeşinin malına veya şeref ve namusuna yönelik günah işleyen kimse altın ve gümüşün bulunmadığı gün gelmeden önce ondan helâllik dilesin. O gün, dünyada kötülük yapan kimsenin sevapları varsa haksızlığı kadar alınıp mağdura verilir, yoksa onun günahından alınıp berikine yüklenir” (Müsned, II, 435, 506; Buhârî, “Riḳāḳ”, 48, “Meẓâlim”, 10). Yapılan kötülükler helâllik sırasında hak sahibine haber verilir, rızasını alacak biçimde helâllik dilenir. Maddî veya manevi bir zarara yol açılmışsa o tazmin edilir. İşlenen kötülük kişinin haysiyet ve şerefine yönelik olup kendisinin haberi yoksa tercih edilen görüşe göre bunları bildirip onu üzmek yerine genel anlamda özür dileyerek bağışlanma istenir. Ancak kişinin gıyabında yapılan onur kırıcı konuşmaların aksinin aynı mecliste söylenip telâfi yoluna gidilmesinin gerekli olduğu şüphesizdir (Kādî Abdülcebbâr, s. 799; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 119-121). Hak sahibinin bulunamaması durumunda malî ödemeler vârislerine yapılır. Onların da bulunamaması halinde tercih edilen görüşe göre hak sahibi adına hayır yollarında harcanır veya devlete verilir. Gayri meşrû yollarla işlenip şahsî hak niteliği taşımayan zina gibi günahlar da aynı hükme tâbidir (Kādî Abdülcebbâr, s. 799; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 216-220).
Tövbe konusu günahlar doğrudan insanlara, toplum hayatına yönelikse bunların affa uğraması için mutlaka telâfi edilmesi gerekir. Meselâ bir yerde çalışan kişinin rüşvetle iş görmesi ya da yolsuzluk yapması durumunda haksız elde edilen bu kazancın hak sahibine iade edilmesi gerektiği gibi Hz. Peygamber’in şu beyanı da hatırlanmalıdır: “İslâm toplumunda güzel bir çığır açıp kendisinden sonra bu yolda iş görülen kimsenin amel defterine sonrakilere verilen sevabın aynısı yazılır; bunun yanında toplumda kötü bir çığır açıp sonraki dönemlerde ona göre davranılan kimse için de berikilere yazılan günahın aynısı yazılır (Müsned, IV, 357, 359-361; Müslim, “ʿİlim”, 15, “Zekât”, 69). İslâm’da kötü davranışlara ait cezaların bir amacı da ibret teşkil edip suç ve günahları ortadan kaldırmaktır. Tövbenin de böyle bir hedefi vardır. Buna göre sosyal hayatın bozulmasına yol açan günahların telâfisinin de sosyal bir nitelik taşıması gerekir. Tövbe edecek kimse haklarına tecavüz ettiği kişilerin haklarını iade etmeli, bu kişilerden alenen özür dilemeli ve kendisi gibi davranan kimseleri de uyarmalıdır. Emanet ve güven esasına dayalı olarak sosyal alanda ve kamu yönetiminde yetki ve sorumluluk üstlenen kimselerin suistimalde bulunması Kur’an’da “hıyanet” kavramıyla ifade edilmektedir. Etkisi ve tahrip alanı çok geniş olan bu günahların tövbesi ve telâfisi imkânsız denecek kadar zordur.
Kur’an’da (Âl-i İmrân 3/90) iman ettikten sonra küfre saplanıp inkârda ısrar edenlerin tövbelerinin asla kabul edilmeyeceği belirtilir. Başka bir ayette (en-Nisâ 4/137) iman edip sonra inkâr edenler, sonra iman edip tekrar inkâr edenler ve nihayet inkârlarını arttıranların kesinlikle bağışlanmayacağı bildirilir. Burada tasvir edilen kişilerin ilâhî aftan mahrum kalışlarının iki sebebi vardır. Birincisi, Yahudi ve Hristiyanlarda görüldüğü üzere kendi peygamberlerine ve öncekilere inandıkları halde daha sonra gelen Hz. Muhammed’i inkâr etmeleri, ikincisi iman edip tekrar küfre dönmeyi âdet haline getirmelerine sebep olan nifaklarıdır. Nisâ suresinde bu husus belirtilmektedir (Taberî, V, 440-441; Mâtürîdî, II, 356-357; IV, 72-73). Tövbenin kabulünü engelleyen hususlardan biri de onun yapılış anıdır. Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın kabul edeceği tövbenin bilgisizlik yüzünden işlenip hemen arkasından pişmanlık duyulan günahların tövbesi olduğu beyan edilmekte, ölüm sırasında yapılan tövbelerle imansız tövbelerin de bir işe yaramayacağı bildirilmektedir (en-Nisâ 4/17-18). Hz. Peygamber’den, ölüm sancılarının başladığı andan itibaren yapılan tövbenin kabul edilmeyeceğine dair hadisler rivayet edilmiştir (Müsned, II, 132, 153; İbn Mâce, “Zühd”, 30; Tirmizî, “Daʿavât”, 98). Gerek iman gerekse tövbe zihin ve kalbin, dolayısıyla iradenin katılımıyla meydana gelebilir. Ölüm halinin veya kıyametin kopmasının yaklaşması durumunda gayba olan iman şartı ile irade ortadan kalkar, günahın devam ettirilmesi de imkânsız hale gelir. Bu durumdaki insanın dinî değer taşıyacak herhangi bir davranışta bulunması söz konusu olmaz (Mâtürîdî, IV, 93-98).»[35]
Hücvîrî, hatadan doğru olana, doğru olandan daha doğru olana ve nefisten Hakk’a dönme şeklinde üç türlü tövbenin bulunduğunu belirttikten sonra birincisine avamın, ikincisine havassın tövbesi der ve üçüncüsüne muhabbet derecesindeki tövbe adını verir. Hak Teâlâ’nın tecellisi karşısında kendinden geçen Hz. Mûsâ’nın kendine gelince, “Tövbe ettim, sana döndüm” demesi (el-A‘râf 7/143) doğru olandan daha doğru olana dönüştür ve himmet ehlinin tövbesidir. Hz. Mûsâ’nın kendi iradesiyle Allah’ı görmeyi arzulaması onun hakkında tövbeyi gerektiren bir eksiklik olmuştur. Hz. Peygamber’in, “Bazan kalbimi bir perde bürüdüğünden günde 100 defa istiğfarda bulunduğum olur” sözü (Müslim, “Ẕikir”, 41-42; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26) muhabbet derecesindeki tövbeyle ilgilidir. Resûl-i Ekrem sürekli Allah’a yükselme ve yakınlaşma halindeydi, bir üst dereceye ulaştığında alttaki derecenin üstteki dereceyi kapatan bir örtü olduğunu fark ediyordu. Kendinden Hakk’a dönüp devamlı yükseldiğinden tövbesi de devamlıydı (Kuşeyrî, s. 194; Hücvîrî, s. 383).
Allah’ın tevvâb, gaffâr, gafûr, afüv gibi isimleriyle ilişkili olması bakımından tövbenin ilâhî boyutu üzerinde de durulur (Gazzâlî, el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 54, 74, 101). Allah’ın tevvâb oluşu kuluna tövbe etmeyi kolaylaştırması, ona af ve mağfiret kapısını açmasıdır. Bunun neticesinde kulun O’na dönmesi tövbedir. Tövbe Allah’ın kuluna, kulunun da O’na dönmesidir. Allah’ın kuluna dönmesi ona tövbeyi nasip etmesi, kulun rabbine dönmesi işlediği günahtan ve yaptığı kötülükten dolayı O’ndan af dilemesidir. Ebû Hafs, “Tövbe O’ndadır, O’ndandır” derken bunu kasteder. Tövbe kulun Allah’a dönüşüdür, ancak bunu kula nasip eden ve onu buna muvaffak kılan Allah’tır (Kuşeyrî, s. 254, 262). Kendilerine karşı hatalı ve kötü davrananların özürlerini kabul edenler Allah’ın tevvâb ismine mazhar olmuşlardır. “İki günü eşit olan mümin aldanmıştır” hadisini zikreden Ebû Tâlib el-Mekkî (Ḳūtü’l-ḳulûb, I, 173), müminin sürekli biçimde kendini geliştirmek suretiyle her gün Allah’a biraz daha yaklaşması gerektiğini, bunun da tövbe ile gerçekleşeceğini söyler. Sufiler yapılan haksızlık, kötülük ve hatalardan, işlenen günahlardan tövbe etmek gerektiğini, ancak daha iyi ve daha doğru olanı gerçekleştirme imkânına sahip kişilerin daha iyi olanı yapmamalarının tövbeyi gerektiren bir kusur olduğunu belirtir. Kur’an’da zikredilen “ebrâr” (el-İnfitâr 82/13) iyi insanlar, “mukarrebûn” (el-Vâkıa 56/11) Allah’ın yakınlığını kazanmış daha iyi insanlardır. Sûfîlere göre ebrârın sevap kazandıran amellerini mukarrebler işlerlerse günaha girmiş olurlar (Serrâc, s. 68; Kuşeyrî, s. 195; Hücvîrî, s. 383).
Sufiler yalnız dille yapılan tövbeye “yalancıların tövbesi” demişler ve bunun fasit bir tövbe olduğunu söylemişlerdir. Râbia el-Adeviyye’nin, “Tövbe, tövbeden tövbedir” sözü gönülden gelmeyen ve sözden ibaret kalan fasit tövbeyi ifade eder (Kuşeyrî, s. 260).
İbn Atâ, Allah’ın azabından korkan kulun tövbesine “inâbe tövbesi”, O’nun kereminden hayâ eden kulun tövbesine “isticâbe tövbesi” adını vermiştir (Kelâbâzî, s. 141; Kuşeyrî, s. 261; Hücvîrî, s. 385). Pişmanlığın ilk adımı tövbe, ikinci adımı inâbe, sonu evbedir diyen sûfîler de vardır. Bu bağlamda Allah’ın azabından korkanın hali tövbe, azabından korkmakla beraber sevap umanın hali inâbe, sadece emrini gözetenin hali evbe terimiyle ifade edilir. Tövbe müminlerin, inâbe evliyanın, evbe peygamberlerin makamıdır (en-Nûr 24/31; Sâd 38/30, 44; Kāf 50/33). Tövbe büyük günahlardan, inâbe küçük günahlardan, evbe nefisten Hakk’a dönüştür. Herevî inâbeyi tövbeden ayrı bir menzil olarak görür. Tövbe makamını sağlıklı bir şekilde gerçekleştiren sâlik inâbe menziline ulaşır. Allah sevgisi, Allah’a itaat, O’na yönelme ve O’ndan başkasından yüz çevirme inâbenin özünü oluşturur. Kul elest bezminde yaptığı ahde bağlı kalarak sözle Hakk’a döndüğünü ifade ettikten sonra buna göre davranıp inâbe sahibi olabilir (Herevî, s. 6). Kur’an’da, “Rabbinize inâbe ediniz, dönünüz” buyurulmuştur (ez-Zümer 39/54). İnâbe “sâlikin Hakk’a gönül vermesidir” şeklinde de tarif edilmiştir. Bir mürşide gönülden bağlanmaya ve ondan el almaya da inâbe denir.»[36]
ŞİMDİDEN SONRA [ORUÇ GECELERİNDE] EŞLERİNİZLE BİRLEŞİNİZ!
«Mübaşeret, tenin tene dokunmasıdır. Cinsel ilişki, tenin tene dokunmasını gerektirdiği için, mübaşeret kelimesi, kinaye yoluyla o mana yerine kullanılmaktadır.»[37]
«Beşeratün kelimesi, cildin dışına verilen isimlerden biridir. Âdemetün ise, onun iç yüzüdür. İnsana “beşer” denmesinin nedeni, derisinin tüysüz olması ve bakıldığında direk derisinin gözükmesidir. Çünkü, diğer hayvanların derileri ya yün ya kıl ya da tüylerle örtülüdür.
Kur’an’da insanın bedeni, dış görünüşü kast edildiği her yerde, insan yerine beşer kelimesi kullanılmıştır. Misaller:
“O, sudan bir beşer yaratan Allah’tır” (25/Furkân 54);
“Ben çamurdan bir beşer yaratacağım” (38/Sâd 71).
Mübâşeret, iki deriyi birbirine değdirmeyi ifade eder. Eşlerle beraber olmaya da kinaye yoluyla mübâşeret denmektedir. Yüce Allah’ın şu sözlerinde mübaşeret, bu anlamda kullanılmıştır:
“Mescitlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın” (2/Bakara 187);
“Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın” (2/Bakara 187).
Fülânün mü’demün mübşerun deyiminin açıklaması ebşerahüllâhü ve êdemehû cümlesidir, yani: Yüce Allah ona övülen bir deri ve gönül vermiştir. Bu ifade hem zahiri hem de batıni faziletleri kendinde toplayan kâmil insan için de kullanılır.»[38]
«Ayet-i kerimede geçen mübaşeret, Cimadan kinayedir. Yani Allah size daha önceden haram kıldığı bu işi size helal kılmıştır. Cinsel ilişkiye "mübaşeret" denilmesinin sebebi, erkek ve kadının beşerelerinin (tenlerinin) birbirlerine yapışmasından dolayıdır. İbnu'l-Arabî der ki: "İşte bu da ayetin nüzul sebebinin Hazret-i Ömer'in hanımıyla cima etmesi olduğunu Kays'ın açlığı olmadığını göstermektedir. Çünkü eğer sebep Kays'ın açlığı dolayısıyla yemek yemek olsaydı yüce Allah burada: "Şimdi artık yiyiniz" demeliydi. Yüce Allah'ın burada hanımlara yaklaşmakla başlaması âyetin, kendisi sebebiyle indiği önemli olayın o olmasındandır.»[39]
«Ayet-i Kerime’de, yaklaşma fiili emir olarak ifade edilmiş ve bâşirûhünne denilmiştir. Mübaşeret kelimesi de yukarıda geçen rafes kelimesi gibi karı koca arasındaki münasebete kinaye yoluyla delâlet eden nezih kelimelerden biridir. Kelimenin emir sığasıyla gelmesi ise, Müslümanların kendi içtihatlarıyla haram saydıkları bir fiilden haram hükmünün kaldırılıp helâl kılınmasından sonra, bu fiile izin vermek manasındadır ki, mutlak emre değil, fakat bahaya / serbestliğe yahut başka bir ifadeyle, bu fiili yapıp yapmamanın, eşlerin ihtiyarına bırakıldığına delâlet eder. Bu sebepledir ki, ayetin mealinde “kadınlarınıza yaklaşın” yerine “kadınlarınıza yaklaşabilirsiniz” ifadesi tercih olunmuştur.»
EVET, MÜBAŞERET KELİMESİ, EŞLERLE CİNSİ MÜNASEBETTE BULUNMA ANLAMINA GELİYOR. FAKAT “BUNLAR ALLAH’IN HUDUTLARIDIR. SAKIN ALLAH’IN SINIRLARINA YAKLAŞMAYIN” CÜMLESİYLE BİRLİKTE DÜŞÜNDÜĞÜMÜZDE, “ONLARLA MÜBAŞERET ETMEYE YAKLAŞMAYIN” İFADESİNİN ANLAMI, BİZCE “ONLARLA OYNAŞMAYIN, SEVİŞMEYİN, CİLVELEŞMEYİN” ŞEKLİNDE DEĞİŞİYOR.
VE ALLAH’IN SİZİN İÇİN YAZDIĞINI / HELÂL YOLLA ÜREMEYİ HAZLA ARZU EDİNİZ!
«Beğyün kelimesi, aranan şeyde orta yolu aşmayı istemektir; gerçekten aşılması ya da aşılmaması fark etmez. BEĞAYTÜŞ-ŞEY’, olması gerekenden fazlasını istemektir. İBTEĞAYTÜ de tıpkı bunun gibidir. Allah buyurur ki:
“Bundan daha önce onlar fitneyi arzu etmişlerdi” (9/Tevbe 48).
Bağy iki çeşittir: Birisi, iyidir. Bu da adaletten ihsana, farz olandan nafileye geçmektir. İkincisi, kötüdür. Bu da haktan batıla veya şüpheye geçmektir. İbtiğâ’ kelimesi, istemede tüm gücünü ortaya koymak için kullanılır.»[40]
Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim. Kimin maddî imkânı varsa hemen evlensin. Kim maddî imkân bulamazsa (nafile) oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehveti kırıcıdır."[41]
Veya:
«İbn Abbâs der ki: Allah'ın bizim için yazdığı şey Kur’an-ı Kerîm'dir. ez-Zeccâc da der ki: “Orada sizin için mubah kılınan ve size emrolunan şeyler ile Kur’an’ı isteyin (ona uygun hareket edin),” demek istiyor.» [42]
BU AÇIKLAMAYA GÖRE, AYETE ŞU ANLAMI VEREBİLİRİZ:
“SİZİN İÇİN YAZDIĞINI / ÖNERDİĞİNİ YAPMAYI VE YASAKLADIĞINDAN KAÇMAYI AMAÇ EDİNİNİZ!”
ALLAH’IN YAZDIKLARINI / FARZ KILDIKLARINI İSTEMEKTE ARZULAMAKTA ARAMAKTA AMAÇLAMAKTA YAPMAKTA (bkz. 2/178, 180, 183, 187, 216, 246, 4/66, 4/77, 4/103, 4/127, 5/21, 5/32, 5/45, 6/12, 6/54, 7/145, 7/156, 7/157, 21/105, 58/22) VEYA YASAKLADIKLARINDAN KAÇMAKTA (4/19-24 ve 25. 22/4, 24/33, 57/27) ÇOK COŞKULU DAVRANINIZ.
«Kur'an-ı Kerim’de nasıl / NELER yazmış ise onu isteyin.»[43]
“Allah'ın hakkınızda (ezelde) yazdığını (hayırlı bir evlat) dileyin “
“Allah'ın sizin için yazmış olduğu / size helâl kıldığı şeyi / Allah’ın size nasip edeceği nesli, evladı arayın” [44]
«Kitâbellâhi aleyküm: Bütün bunlar (4/19-25) Allah’ın sizin üzerinize yazdığı / farz kıldığı hükümlerdir (4/Nisâ 24). Yüce Allah’ın: Vebteğû mê ketebellâhü leküm Allah’ın sizler için yazdığını isteyin (2/Bakara 187) ifadesi, evlenmek için çare aramaya işarettir.
Buradaki bir inceliğe de dikkat çekmekte yarar vardır: Yüce Allah bize evlilik şehveti vermiştir ki, biz bu sayede neslin devam etmesinin çaresini arayalım ve böylece insanlık türünün bekası en yüksek derecesine ulaşsın. Buna göre, insan, Akıl ve Dindarlığın gereği olarak, evlenmenin çaresini aramalıdır. Kim bu şekilde, nikah ile neslini korumaya çalışır ve nefsini meşru biçimde korumaya çalışırsa, Allah’ın kendisi için yazdığını aramış olur. Ayetin anlamı, Allah’ın sizin için yazdığı çocuğu bu yolla elde ediniz manasını taşır, diyen de buna işaret etmiştir.»[45]
«Ayetteki "Allah'ın sizin için yazdığını isteyin" ifadesinden murat / gaye, Levh-ı Mahfûz'a yazdığı çocuktur. Cinsel ilişkide bulunan müminin asıl gayesi, çocuk yapmak olmalıdır. Çünkü şehvetin yaratılmasında ve evlilik teşriindeki / yasasındaki hikmet, çocuk yapmaktır; şehveti tatmin etmek değildir. Bir görüşe göre de bu ayet, azli (meniyi kadının rahmine değil, dışarıya akıtmayı) yasaklamaktadır. Diğer bir görüşe göre ise bu ayet, kadınlarla normal olmayan yoldan ilişkiye girmeyi yasaklamaktadır. Bu anlamda, kadınlarla helâl yoldan ilişkide bulunun; demektir.» [46]
«İsteyenin ramazan gecesinde eşiyle cinsî temasta bulunabileceği bildirildikten sonra “Allah’ın sizin için yazdığını isteyin” buyurulmaktadır. İstenecek şeyin ne olduğu konusunda çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bize göre en uygun olanı bu serbestlikten yararlanmaktır, temasın tabii meyvesi olan çocuktur; Allah’ın hayırlı evlât vermesini istemektir.»[47]
«Ayetteki "Allah'ın size takdir ettiğini isteyin" ifadesi ile ilgili olarak İbn Abbâs, Mücâhid, el-Hakem b. Uyeyne, İkrime, el-Hasen, es-Süddî, er-Rabi' ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: Bunun anlamı “çocuk isteyin” demektir. Buna delil ise bu ayetin: "Artık onlara yaklaşın" ayetinin akabinde gelmesidir.»[48]
«İstenecek şeyin ne olduğu konusunda çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bize göre en uygun olanı bu serbestlikten yararlanmaktır, temasın tabii meyvesi olan çocuktur; Allah’ın hayırlı evlât vermesini dilemektir.» [49]
«Ayet-i Kerime’de, eşlerin birbirlerine yaklaşmaları, Allah'ın kendileri için yazdığı veya takdir ettiği şeyi dilemek gayesine bağlanmış ve bu yaklaşmanın, sadece nefsani arzuların giderilmesi için değil ancak Allah'ın, insan neslinin devamı için vazettiği bir kanuna uyulması için de gerekli olduğuna işaret edilmiştir.» [50]
«Ayetteki "Allah'ın sizin için takdir buyurduğunu isteyin" cümlesi, “yalnızca şehevî arzularınızı tatmin için cinsel ilişkiye geçmeyin. Allah'ın evlenme yoluyla istediği çoğalmayı ve nesil üretmeyi isteyerek ve bunu dileyerek cinsel ilişkiye geçin” demektir.» [51]
KUR’AN’IN BİLDİRDİĞİNE GÖRE SEHER / SAHUR VAKİTLERİ, İSTİĞFARDA BULUNMA / KÜFÜRDEN CAYMA (3/17) VAKİTLERİDİR (51/18). MÜMİNLER, BU SİHİRLİ SAATLERDE, ALLAH’IN AYETLERİNDEN NASIL BAĞIŞLANACAKLARINI, NETİCESİNDE ALLAH’IN HUZURUNA YÜZ AKIYLA NASIL ÇIKACAKLARINI ÖĞRENMELİDİR.
SAHUR VAKTİNDE EŞLERLE CİLVELEŞMEK VE ONLARLA BİRLEŞMEK DE İSTİĞFAR ETMEKTEN AYRI GÖRÜLMEMELİDİR. ÇÜNKÜ, EŞLERLE HOŞÇA VAKİT GEÇİRMEKLE DE CENABI HAK KATINDA BİR ECİR / BİR ÜCRET ELDE EDİLMEKTEDİR. ŞU NEDENLE Kİ, KİŞİNİN HELÂLİYLE CİNSEL MÜNASEBETİ, DİNİN İKİNCİ KAYNAĞI SÜNNETTE, ALLAH’A SADAKA SUNMA AMELİ OLARAK KABUL EDİLMEKTEDİR.
«Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "(Ashaptan bazıları): "Ey Allah'ın Resulü! Zenginler ücretleriyle gittiler. Onlar da bizim gibi namaz kıldılar, bizim gibi oruç tuttular, mallarının artanından da sadaka verdiler!" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: "Allah size de sadaka edineceğiniz şeyler verdi: Her bir tesbih sadakadır, her bir tekbir sadakadır, her bir tahmîd sadakadır, her bir tehlil sadakadır, emr-i bi'lma'ruf / Allah’ın olumlu gördüklerini emretmek bir sadakadır, nehy-i ani'lmünker Allah’ın olumsuz olarak nitelediklerini yasaklamak bir sadakadır ve her birinizin ciması (eşiyle cinsel ilişkisi) bir sadakadır!" buyurdu. Cemaatten: "Ey Allah'ın Resulü! Yani birimizin şehvetine mübaşeret etmesine ücret mi var?" diye soranlar oldu. Aleyhissalâtu vesselâm: "İhtiyacını haramla görmüş olsaydı bundan ona bir vebal var mıydı, yok muydu ne dersiniz?" diye sual ettiler. "Evet vardı!" demeleri üzerine: "Öyleyse, ihtiyacını helal yolla gördü mü bunda onun için bir ücret vardır!" buyurdular." (Müslim, Zekât 53, 1006).» [52]
AYETİN “ALLAH’IN SİZİN İÇİN YAZDIĞINI BÜYÜK BİR TUTKUYLA / CANLA BAŞLA ARZULAYIN” CÜMLESİYLE BİZLERDEN, VÜCUDUMUZUN GIDASI OLAN BİTKİLERİ / SEBZE VE MEYVELERİ GDO BELÂSIYLA MAHVETMEYE VE ÖZELLİKLE İNSAN NESLİNİ İZMLER VE İDEOLOJİLER İSTİLASIYLA FELÇ ETMEYE GAYRET EDENLERE ŞİDDETLİ VE ETKİLİ BİR ŞEKİLDE KARŞI KOYMAMIZ İSTENMEKTEDİR. O BOZGUNCU KİŞİLER, BAKARA 204-205’DE ŞU ŞEKİLDE TARİF EDİLMEKTEDİR:
“İnsanlardan bir kısmı vardır ki, onun bu dünya hayatına ait fasih sözü hoşuna gider ve sözü, kalbinde olana uygundur, diye yemin ederek Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en şiddetlisidir. O, senin huzurundan ayrılıp gittiği zaman, yer yüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye koşar. Allah fesat çıkarmaya razı olmaz / kurduğu düzeni bozanları asla sevmez.”[53]
FECRİN BEYAZ İPLİĞİ, SİYAH İPLİĞİNDEN SEÇİLİNCEYE DEĞİN YİYİNİZ İÇİNİZ!
ARDINDAN DA GECEYE DEK / AKŞAM VAKTİ GİRİNCEYE DEK ORUCU TAMAM EDİNİZ!
«Ayetteki “fecr” kelimesi, “şafak sökmesi, tan yerinin ağarması” veya “şafak vakti, tan yeri” anlamına gelir.»[54]
«Fecir, güneşin doğmasından önce beliren tan yeri ağarmasıdır. Arapça’da “yarmak, bir şeyi iki parçaya ayırmak, açığa çıkarmak, suya yol vermek” gibi anlamlara gelen fecir (fecr) isim olarak güneşin doğmasından önceki tan yeri ağarmasını ifade eder. Türkçe’de “şafak sökmesi, gün ağarması, sabahın alaca karanlığı” denilen bu olay, gece ile gündüzü birbirinden ayırdığı veya gündüz aydınlığını ortaya çıkardığı için fecir diye adlandırılmıştır. Fecir vakti fıkıhta, özellikle sabah namazının vaktinin girdiğini veya sahur vaktinin bitip oruç tutma (imsak) zamanının başladığını bildirmesi açısından önem taşıdığından dinî literatürde bu vaktin tanım ve belirlenmesinin ayrı bir dikkatle ele alındığı görülür.
Kur’an’da fecir kelimesi, oruç ve namazla ilgili bazı dinî hükümlerin bildirilmesi (el-Bakara 2/187; el-İsrâ 17/78; en-Nûr 24/58), yemin (el-Fecr 89/1) ve Kadir gecesinin fazileti (el-Kadr 97/5) gibi münasebetlerle beş ayette geçmektedir. Bu ayetlerin hepsinde fecir, örfen yaygın kullanımına da uygun olarak “tan yeri ağarması, şafak vakti” anlamını taşımakla birlikte fecir vaktinin başlama ve bitiş sınırıyla ilgili olarak ayetlerde bir açıklama yer almaz. Ancak bunlardan oruçla ilgili ayette, “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın” (el-Bakara 2/187) cümlesiyle fecir vaktinin başlangıcına işaret edilmiştir. (…)
Fecir vaktinin namaz ve oruçla ilgili mükellefiyetleri belirleyecek tarzda tespiti Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarına dayanır. Sonraki dönemlerde fakihler tarafından konuyla ilgili olarak ileri sürülen görüşler arasında da bazı ayrıntılar dışında önemli bir farklılık bulunmaz. Hz. Peygamber, İbn Ümmü Mektûm’un fecir vaktinde okuduğu ezandan önce Bilâl-i Habeşî’nin uyarı maksadıyla okuduğu ezanı kastederek, “Bilâl’in ezanı hiçbirinizi sahur yemeğinden alıkoymasın; çünkü Bilâl henüz gece iken ezan okur. Onun bu ezanı sizden ibadette bulunana (teheccüd namazı kılana) haber vermek, uykuda olanı da uyandırmak içindir” dedikten sonra fecir vaktinin iyice anlaşılması için parmaklarını yukarıya kaldırıp aşağıya diker ve: “Fecir beyazlığın böyle açığa çıkması değildir, ta ki şöyle olmayınca” der. Bunu söylerken de şahadet ve orta parmağını üst üste bindirip sağa sola uzattığı rivayet edilir (Buhârî, “Eẕân”, 13; Müslim, “Ṣıyâm”, 38; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 17). Başka bir hadiste de Resûl-i Ekrem, “Bilâl ezanı gece okuyor. İbn Ümmü Mektûm ezan okuyuncaya kadar yiyip içebilirsiniz. Çünkü o fecir doğmadan ezan okumaz” demiştir (Buhârî, “Ṣavm”, 17; Müslim, “Ṣıyâm”, 36-37).
İslâm hukukçuları hadislerdeki bu ifadelerden hareketle fecri “fecr-i kâzib, fecr-i sâdık” veya “birinci fecir, ikinci fecir” şeklinde ikiye ayırarak açıklamışlardır. Fecr-i kâzib, sabaha karşı doğuda tan yerinde ufuktan göğe doğru dikey olarak yükselen, piramit şeklinde, samanyolu ışığına benzeyen akçıl ve donuk beyazlıktır. Fıkıh literatüründe buna “uzunlamasına beyazlık” (beyâz-ı müstatîl) denildiği gibi Araplar arasında “kurt kuyruğu” (zenebü’s-sirhân) veya “yalancı sabah” (es-subhu’l-kâzib) olarak da anılır. Fecr-i kâzib gecenin bir bölümü kabul edildiği için ayrıca dinî bir hükme konu teşkil etmez. Bu geçici beyazlıktan sonra yine kısa bir süre karanlık basar. Ardından da ufukta yatay olarak boydan boya uzanan, giderek genişleyip yayılan fecr-i sâdık aydınlığı başlar. Fıkıh literatüründe bu ikinci fecre “enlemesine beyazlık” (beyâz-ı müsta‘razî) denilmesi, fecr-i sâdık beyazlığının doğu ufkunda tan yeri boyunca yayılarak genişlemesi sebebiyledir. Sabah namazının vaktinin girmesi, sahurun sona erip orucun başlaması gibi dinî hükümlerde esas alınan bu ikinci fecirdir. Nitekim Hz. Peygamber, “İki çeşit fecir vardır. Kurt kuyruğu gibi olan fecir herhangi bir şeyi ne helâl ne de haram kılar. Ufukta genişliğine yayılan fecre gelince işte sabah namazı o vakitte kılınır, sahur yemeği de o vakitte haram olur” (Dârekutnî, II, 165) derken iki fecir arasındaki bu farka dikkat çekmiştir. Bununla birlikte fecr-i sâdıkın, ufukta beyazlığın enlemesine yayıldığı vakit mi, yoksa bu beyazlıktan sonra ufukta kızıllığın yayılması vakti mi olduğu, gerek hadislerde (Tirmizî, “Ṣavm”, 15; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 17) gerekse sahabe ve tabiin söz ve uygulamasında yer alan farklı ölçü ve ifadeler sebebiyle İslâm hukukçuları arasında tartışılmıştır.
Bazı fakihlere göre fecr-i sâdık ufukta aydınlığın oluşmaya başladığı vakitte, bir kısmına göre ise beyazlıktan sonra kızıllığın ufukta iyice ortaya çıkmasıyla başlar. Fakihlerin çoğunluğu bu konuda orta bir yol takip etmiş, fecr-i sâdıkın ufukta beyazlığın iyice yayılmasıyla başlayacağı görüşünü benimsemiştir. Cumhur, ilgili ayette geçen siyah-beyaz ayırımını gecenin siyahlığı ve gündüzün beyazlığı (Buhârî, “Ṣavm”, 16), fecri de ufukta yayılan beyazlık olarak açıklayan hadisleri ve ümmetin bu yöndeki uygulamasını esas almış, bazı hadislerde geçen “kızıllığın ortaya çıkışı” ifadesinin (Tirmizî, “Ṣavm”, 15; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 17) veya bazı sahabe ve tabiinin sahuru bu vakte kadar geciktirdiğine dair rivayetlerin beyazlığın ufukta iyice yayılması ölçüsünü tekit edici bir anlam taşıdığı yorumunu yapmıştır (Tahâvî, II, 52-54; Hattâbî, II, 760; Aynî, X, 297). Öyle anlaşılıyor ki cumhurun bu konuda ihtiyatlı bir görüşü tercih etmiş olması, sabah namazı vaktinin sahur vaktinin sona ermesini takiben başlamakta oluşu sebebiyle sabah namazının kılınabilmesine de yeterli bir zaman kalmasını sağlama, böylece hem oruç hem de sabah namazı için makul bir bitiş-başlangıç vakti belirleyebilme gibi bir amaç taşımaktadır.»[55]
«Fecr, gecenin sonuna doğru güneşten ufka ulaşan hafif kızıllıktır (Lisân). Bu kızıllığın başladığı, doğu ufkunda sönük yıldızların kaybolmasıyla anlaşılır. Bu vakitte tabiat uyanır, vücut ısımız artar, seher ve sahur vakti başlar. Buna astronomik tan (Astronomical Twilight) da denir. Teheccüd namazı bu vakitte veya bundan önce kılınır. Allah Teala şöyle demiştir: "Sahibinin kararını sabırla bekle; sen gözümüzün önündesin. (Yatağından) Kalktığın vakit, her şeyi güzel yaptığından dolayı Sahibine yönel. Gecenin bir bölümünde ve yıldızlar kaybolurken O'na ibadet et." (Tur 52/48-49) Karanlığa karışan kızıl ve beyaz ışıklar arttıkça, üstten aşağıya doğru bir kubbe görüntüsü oluşturur ve ufku boydan boya sarar. Güneş ufka -10 derece yaklaştığında ufuk çizgisi net olarak gözükmeye başlar. Denizciler yollarını daha çok bu saatte belirledikleri için ona rasat tanı (observation twilight) derler. Aydınlığın yayıldığını görenler, sabah namazı vaktinin girdiğini sandıkları için bu vakte fecr-i kazib = yalancı fecr de denir. Sonra ışıklar ayrışmaya başlar ve altta siyah kuşak, ortada kızıl kuşak, üstte de beyaz kuşak oluşur. Kızıl kuşak her yerde görülemeyeceği için, Bakara 187. ayette sadece siyah ve beyaz çizgilerden bahsedilmiştir. Bunlar, bu kuşakları ayıran ve çıplak gözle, net olarak gözüken iki ince çizgidir. Bu çizgilerin gözükmesiyle birlikte fecr-i sadık ve imsak vakti başlar. Bu sırada Güneş ufka 8,5 derece yaklaşmış olur." [56]
«Doğa ile temas halinde olanlar şafağın güzel etkilerini bilirler. İlk önce doğuda ince beyaz, tanımlanamayan ışık çizgileri beliriyor; sonra karanlık bir bölge ortaya çıkıyor, ardından karanlıktan açıkça tanımlanan güzel pembemsi beyaz bir bölge geliyor; Bundan sonra oruç başlıyor.» [57]
«Allah Teâlâ, oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerin birbirlerine yaklaşmalarını helâl kıldığı gibi, yine bu gecelerde yenilip içilmesine de izin vermiş ve Müslümanların, geçmiş milletlerin orucuna kıyasla tuttukları oruç şeklini iptal etmiştir. Buna göre, akşam vakti, iftar edildikten sonra bir süre uykuya varılsa bile, uyandıktan sonra yiyip içmek haram değildir. Ancak fecrin bir ip şeklindeki beyazlığı ufukta belirip de gökyüzünü kaplayan karanlıktan ayrıldığı sırada artık imsak vakti girmiş olur ki, bu andan itibaren yiyip içmeyi ve karı koca münasebetini kesmek ve akşam, güneş ufukta kaybolup ışıkları yok oluncaya kadar orucu tutup tamamlamak gerekir. İşte, asıl oruç tutulacak vakit, ayet-i Kerime’de tarif edilen bu iki vakit arasıdır. Her Müslüman, bu iki vakit arasında orucunu bozacak veya ona zarar verecek her türlü davranıştan, yemekten içmekten ve eşiyle münasebette bulunmaktan sakınmak zorundadır.» [58]
«Oruç ibadetinin güneşin batmasıyla sona ereceği konusunda ihtilâf yoktur. Ne zaman başlayacağı ve güneşin normal sürelerde doğup batmadığı yerlerde nasıl oruç tutulacağı konusunda ise farklı anlayışlar ve yorumlar vardır: a) Orucun başlama zamanını da belirlemek üzere gönderilmiş bulunan bu ayette mesele –bize göre– açıklığa kavuşmuştur. Şöyle ki ayette gece (leyl) kelimesi iki defa geçmektedir. Baştaki gece –daha sonra gelen açıklamalarla birlikte– orucun başlangıcını göstermekte, sondaki yani “Sonra orucu geceye kadar tamamlayın” cümlesinde geçen gece ise ibadetin bitiş vaktini işaretlemektedir. Başta “Oruç gecesinde kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmak size helâl kılındı” denirken bu iznin geceye mahsus olduğu, gündüze sarkmayacağı açıkça bildirilmiş olmaktadır. Arapçada gece tanımlanırken başlangıcının güneşin batması olduğunda ihtilâf edilmemiştir. Sonu ise iki türlü belirlenmiştir: 1. Tan yerinin ağarması (fecr-i sâdık). 2. Güneşin doğması, yani Arapçada güneşin batımından tan yerinin ağarmaya başlamasına kadar geçen süreye de, güneşin doğmasına kadar devam eden süreye de gece denilmektedir. Buradaki gece yani oruç gecesi ile hangisi kastedilmiştir? Şüphesiz birincisi. Çünkü ayette oruç yasaklarının başlamasıyla ilgili sınır belirlenirken “fecir” kavramı esas alınmıştır. “Fecirden siyah ip beyaz ipten sizin için ayırt edilir hale gelinceye kadar” ifadesi, “tan yerinin beyazlığı gecenin siyahlığından ayrılıncaya kadar” yani “fecir söküp tan yeri ağarmaya başlayıncaya kadar” anlamına gelmektedir. Bu konuda rivayet edilen hadisler içinde (Buhârî, “Savm”,16, 17; Müslim, “Sıyâm”, 33, 39 vd.; Ebû Dâvûd, “Sıyâm”, 17) geceyi güneşin doğmasına kadar götüreni yoktur. Hadislere göre gecenin sonu tan yerinin ağarmaya başlamasıdır. Bu sebeplerden dolayı imsakin (orucun başlangıcı) güneşin doğmasıyla başlayacağını söyleyen hiçbir müçtehit ve müfessir yoktur. Bazı zaman, mekân ve durumlarda ağarmanın tespiti güç olduğundan, emin oluncaya kadar yeme içme serbestliğinden faydalanılmasına izin verilmiştir. Günümüzde olduğu gibi tan yerinin ağarmaya başladığı –birçok araçla ve kolaylıkla– tespit edilince oruç başlar ve artık orucu bozan fiiller yasak hale gelir. b) Ekvatordan kuzeye ve güneye doğru ilerledikçe güneşin doğma ve batma vakitleri değişir, uzar ve kısalır, nihayet günlerce ve aylarca doğmadığı veya batmadığı enlem derecelerine ulaşılır. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar namaz ve oruç vakitlerini nasıl ayarlayacaklardır?
Bazı fıkıhçıların ileri sürdüğü “Normal vaktin olmadığı yerlerde, normal mıntıkalara mahsus oruç ve namaz ibadeti de olmaz” düşüncesi isabetli değildir. Allah Teâlâ Mekke ve Medine gibi yerlerde yaşayan Müslümanlara hitap ederek yirmi dört saatlik bir zaman dilimi içinde beş kere namaz kılmalarını ve yılda bir ay da oruç tutmalarını istemiştir. İbadetin sebep ve hikmeti bir yandan insanın ibadetle eğitilmesi, Allah’a yakınlık elde etmesi, diğer yandan ahirette geçer akçe olan ecir ve sevabın elde edilmesidir. Güneşin aylarca doğmadığı veya batmadığı yerlerde yaşayan müminler de –çalışma, dinlenme, yeme ve içme gibi hususlarda– hayatlarını yirmi dört saate göre düzenlemekte yani normal mıntıkalarda yaşayan insanlar gibi yaşamaktadırlar. Bu müminlerin de dinî eğitime ve sevaba ihtiyaçları vardır. Bu sebeple ibadetlerini de aya ve güneşe göre değil, farazî ve itibarî (sanal) olarak ayarladıkları günlerine göre yapacaklardır.
Bu şartlarda yaşayan müminlerin uygulayacakları vakit cetveli bakımından âlimlerce iki yol gösterilmiştir:
1. Mekke takvimini uygulamak.
2. Kendilerine en yakın normal bölgenin takvimini uygulamak.
Kıyamet yaklaştığında ve deccâl çıktığında günün çok uzun olacağını bildirmesi üzerine Hz. Peygamber’e, bu “bir yıl kadar uzun günde” namazları nasıl kılacaklarını soran sahabeler, “Daha önceki normal günlere göre kılarsınız” cevabını almışlardı. Bu hadis de yukarıdaki çözüme ışık tutmaktadır (Müslim, “Fiten”, 110; geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, I, 113 vd.).» [59]
«İbadetler ve hukukî işlemlerde sebep veya şart işlevi gören zaman unsuru vakittir. Sözlükte vakit (vakt, çoğulu evkāt) “zamanın belirli bir parçası” anlamına gelmektedir.
İbadetlerde vakit, o ibadetin vücûb sebebi veya sıhhat şartıdır. Fıkhî hükümlerde vakitler genelde kamerî aylara göre tespit edilmekle birlikte namaz vakitleri, oruçtaki imsak ve iftar gibi ibadetlerin ifasına ilişkin vakitler dünyanın güneş ve kendi ekseni etrafındaki dönüşüne göre belirlenir. Öte yandan vakit birimlerinin bir kısmının şer‘î açıdan tanımında örfe göre bazı farklılıklar olabilir. Meselâ şer‘î gün güneşin batmasıyla başlar; fecr-i sâdıktan güneşin batmasına kadar olan süre de şer‘î gündüz diye adlandırılır. Günümüzde yaygın örfe göre ise gün gece yarısı başlar, gündüz de güneşin doğmasından batmasına kadar geçen süredir. Ramazan orucu, hac, zekât, fıtır sadakası, bayram namazları gibi edası yıl içinde belirli vakitlere bağlanan ibadetlerin, yemin, îlâ, iddet gibi tasarruf ve muamelelerin vakit ve sürelerini tespitte kamerî aylar ve şer‘î gün esas alınır.
İkinci fecrin (fecr-i sâdık) ortaya çıkmasından güneşin doğuşuna kadar geçen süredir. Fecr-i sâdık sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan aydınlıktır. Bu andan itibaren yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur. Bu vakit aynı zamanda sahurun sona erip orucun başlaması vaktidir (bk. FECİR).
Güneşin batmasıyla başlar, batı ufkundaki şafağın kaybolmasıyla sona erer. Aralarında imâmeynin de bulunduğu çoğunluğa göre şafak güneş battıktan sonra ufukta meydana gelen kızıllıktır. Ebû Hanîfe’ye göre ise bu kızıllıktan sonra ortaya çıkan beyazlıktır. Yatsı Namazının Vakti. Şafağın kaybolmasından itibaren başlar, ikinci fecrin doğuşuna kadar devam eder.
Vakit farz orucun vücûb sebebidir. Hz. Peygamber, “Ramazan hilâlini gördüğünüzde oruç tutun, şevval hilâlini gördüğünüzde bayram edin” buyurmuştur (Buhârî, “Ṣavm”, 5, 11). Orucu eda vakti ikinci fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar geçen süredir. Kur’an’da geceye kadar oruç tutulmasından söz edilmiş (el-Bakara 2/187), Resûl-i Ekrem’in açıklama ve uygulamasında güneşin batmasıyla iftar vaktinin gireceği belirtilmiştir (Müslim, “Ṣıyâm”, 51; Ebû Dâvûd, “Ṣıyâm”, 19).
Namaz ve oruç vakitlerinden herhangi birinin gerçekleşmediği veya tam olarak belirlenemediği bölgelerde bu vakitlere ait namazların kılınıp kılınmayacağı ve oruç vakitlerinin tesbiti konusu eskiden beri tartışılmıştır. Bu bölgelerde yaşayanlar için vakti gerçekleşmemiş olan namaz ve orucun farz olmayacağını veya daha sonra kazâ edilmesi gerektiğini söyleyen bazı âlimler bulunmakla birlikte fakihlerin çoğunluğuna ve günümüzdeki fetva kurullarının ortak kanaatine göre her iki ibadette asıl sebep ilâhî hitaptır ve vakit sadece alâmettir. Dolayısıyla kutuplara yakın bölgelerde yaşayanlar, diğer bölgelerdeki mükelleflerden yaşanan süre bakımından bir farklılık taşımadıkları gibi bütün Müslümanların tâbi olduğu günde beş vakit namaz kılma ve yılda bir ay oruç tutma yükümlülüğüyle de mükelleftir; vakitlerden herhangi birinin gerçekleşmemesi bu ibadetleri eda sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu durumdaki Müslümanlar için vakitlerin Mekke enlemine veya en yakın bölgeye göre tespit edilmesi, bazı namazların birleştirilerek kılınması gibi yöntemler önerilmiştir. Ancak vakitlerin teşekkülü bakımından en yakın bölge kavramı değişiklik gösterdiği için yakın bölgeye göre tespit yönteminin uygulanmasında bazı güçlükler yaşanmaktadır (görüşler ve çözüm önerileri için bk. Memiş, s. 127-147; Keleş, s. 155-171).» [60]
ARDINDAN DA GECEYE DEK / AKŞAM VAKTİ GİRENE KADAR ORUCA DEVAM EDİNİZ!
«Ayetteki “gece”, güneşin batması yani akşam namazı vaktinin girmesi zamanıdır.» [61]
“Orucu geceye kadar tamamlayın” ifadesi, Akşam namazı vaktine kadar oruçlu kalın” manasındadır.» [62]
«Bu ayetteki el-leyl (gece) kelimesi, Hûd 114’teki “gecenin zülüfleri” gereği “akşam vakti”, yani güneşin batışıdır. Astronomik açıdan da gece, güneşin batması ile başlamaktadır.» [63]
«Kur’an literatüründe "gece" sözcüğü, güneşin batışından doğuşuna kadar olan süreyi tanımlar.»[64]
«Batılılar, günü gece yarısından sonra başlatmaktadırlar. Biz ise gündüz öğle saatini 44 dakika geçe başlatıyoruz. Bu 44 dakika her gün ayın 29.5 günden fazla gitmesi miktarıdır. Ayı 29 ve 30 gün alıyoruz. Ayrıca bunlardan her iki ayda bir buçuk saatlik bir zaman kazanılmaktadır. Batılılar günü gece yarısından başlatırlar. Biz akşam vakti ile başlatmaktayız.»[65]
«Kur'an-ı Kerim'deki "Leyl" kelimesi, “Gündüzün hemen ardıdır. Başlangıcı, güneşin batmasıdır.” (İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, l-y-l mad., 11/607). Türkçe’deki gece kelimesi de aynı anlamdadır. Ancak halk dilinde gece denilince daha çok karanlığın iyice bastırdığı zamanlar anlaşılır. Akşam kelimesi ise güneşin batmasından sonraki zaman anlamındadır. Buna göre, “Leyl” (gece) kelimesi güneşin batması ile, sabahleyin fecr-i sadık denilen ikinci fecrin doğuşuna geçen zamanı ifade eder. Geri kalan müddette de nehar (gündüz) denir. Kur 'an-ı Kerim'de gündüz (nehar) 57, gece (leyl) 92 kere zikredilir.
Gündüz, imsak ile başlayan, akşam ezanına kadar olan zamandır. Oruç da bu vakitte tutulur. Gece ise, akşam ezanından imsak vaktine kadar olan zaman dilimidir. Nitekim, “... orucu geceye kadar tamamlayın.” (Bakara, 2/187) mealindeki ayette, iftar vakti olan akşam namazı vaktinin girmesi, “leyl” olarak ifade buyurulmuştur.
Buhari’de Ömer b. Hattab (ra)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: Allah’ın Resulü buyurdular ki: “Gece bu taraftan geldiği, gündüz şu taraftan gittiği ve güneşin battığı zaman, oruçlu kimse iftar eder.” (Buhari, Savm, 43)
Ayet ve hadiste açık bir şekilde görüldüğü gibi gece / leyl, güneşin battığı zamandan itibaren başlatmaktadır.
Bir tam gün, gece ve gündüzüyle beraber gündür. Her gece, o geceyi takip eden gündüze aittir. Bu nedenle tam gün, akşamdan başlayıp takip eden gündüzün akşamına kadar devam eder. Örneğin cuma gecesi, perşembeyi cumaya bağlayan gecedir. Aynı şekilde arefe gecesi de sabahı arefe olan gecedir. Sabahı bayram olan gece de bayram gecesidir. Bu ölçüye göre diğer mübarek geceler belirlenir.»[66]
«Kur’an’da akşama kadar oruç tutulmasından söz edilmiş (el-Bakara 2/187), Hz. Peygamber’in açıklama ve uygulamasında da güneşin batmasıyla iftar vaktinin gireceği bildirilmiştir (Müslim, “Ṣıyâm”, 51, 54; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 19). Bu sebeple fıkıhta, oruçlunun güneşin battığından iyice emin olduktan sonra orucunu açması gereği üzerinde titizlikle durulur. Diğer bir ifadeyle orucun başlangıç ve bitiş vakitleri nasla belirlendiğinden buna riayet edilmemesi halinde orucun rüknü (imsak) ihlâl edilmiş yani oruç tutulmamış olur. Bundan dolayı oruçlu kimse güneşin battığından emin olmadan iftar etse ve gerçek durum da anlaşılmasa bu orucunu kazâ etmesi gerekir. Hatta ramazanda güneşin battığını zannederek iftar ettikten sonra güneşin batmadığı anlaşılsa bu durumda sadece kazâ gerekir diyen fakihler bulunduğu gibi hem kazâyı hem de kefâreti gerekli gören fakihler de vardır.
Hadislerde, vakti girdikten sonra oruçlunun iftarda acele etmesi (Buhârî, “Ṣavm”, 45; Müslim, “Ṣıyâm”, 48; Tirmizî, “Ṣavm”, 13; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 20) ve orucunu hurma veya tatlı bir şeyle yahut su ile açması tavsiye edilmiş, Resûl-i Ekrem bunu bizzat uygulayarak akşam namazını kılmadan önce birkaç hurma ile orucunu açmıştır (Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 21; Tirmizî, “Ṣavm”, 10; İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 25). Hz. Peygamber’in ayrıca, Yahudi ve Hristiyanların iftarı geciktirdiğini belirterek iftarda acele etmeyi Müslümanlara mahsus bir özellik olarak tanıtması (Ebû Dâvûd, “Ṣıyâm”, 20; Şevkânî, IV, 248-249), sahura kalkmayı teşvik edip iftar yapmaksızın iki orucu birbirine eklemeyi yasaklaması (Buhârî, “Ṣavm”, 48; Müslim, “Ṣıyâm”, 45-46, 56-61; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 24), gerçek dindarlığın şâriin belirlediği ölçülere uymakla gerçekleşeceği, dindarlık adına şâriin istemediği bir yük altına girmenin doğru olmadığı ana fikrini teyit eder mahiyettedir.» [67]
«Oruç ibadetinin güneşin batmasıyla sona ereceği konusunda ihtilâf yoktur. Ne zaman başlayacağı ve güneşin normal sürelerde doğup batmadığı yerlerde nasıl oruç tutulacağı konusunda ise farklı anlayışlar ve yorumlar vardır: a) Orucun başlama zamanını da belirlemek üzere gönderilmiş bulunan bu ayette mesele –bize göre– açıklığa kavuşmuştur. Şöyle ki ayette gece (leyl) kelimesi iki defa geçmektedir. Baştaki gece –daha sonra gelen açıklamalarla birlikte– orucun başlangıcını göstermekte, sondaki yani “Sonra orucu geceye kadar tamamlayın” cümlesinde geçen gece ise ibadetin bitiş vaktini işaretlemektedir. Başta “Oruç gecesinde kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmak size helâl kılındı” denirken bu iznin geceye mahsus olduğu, gündüze sarkmayacağı açıkça bildirilmiş olmaktadır. Arapçada gece tanımlanırken başlangıcının güneşin batması olduğunda ihtilâf edilmemiştir. Sonu ise iki türlü belirlenmiştir:
1. Tan yerinin ağarması (fecr-i sâdık).
2. Güneşin doğması, yani Arapçada güneşin batımından tan yerinin ağarmaya başlamasına kadar geçen süreye de güneşin doğmasına kadar devam eden süreye de gece denilmektedir.
Ayetteki gece yani oruç gecesi ile hangisi kastedilmiştir? Şüphesiz birincisi. Çünkü ayette oruç yasaklarının başlamasıyla ilgili sınır belirlenirken “fecir” kavramı esas alınmıştır. “Fecirden siyah ip beyaz ipten sizin için ayırt edilir hale gelinceye kadar” ifadesi, “tan yerinin beyazlığı gecenin siyahlığından ayrılıncaya kadar” yani “fecir söküp tan yeri ağarmaya başlayıncaya kadar” anlamına gelmektedir. Bu konuda rivayet edilen hadisler içinde (Buhârî, “Savm”,16, 17; Müslim, “Sıyâm”, 33, 39 vd.; Ebû Dâvûd, “Sıyâm”, 17) geceyi güneşin doğmasına kadar götüreni yoktur. Hadislere göre gecenin sonu tan yerinin ağarmaya başlamasıdır. Bu sebeplerden dolayı imsakin (orucun başlangıcı) güneşin doğmasıyla başlayacağını söyleyen hiçbir müçtehit ve müfessir yoktur. Bazı zaman, mekân ve durumlarda ağarmanın tespiti güç olduğundan, emin oluncaya kadar yeme içme serbestliğinden faydalanılmasına izin verilmiştir. Günümüzde olduğu gibi tan yerinin ağarmaya başladığı –birçok araçla ve kolaylıkla– tespit edilince oruç başlar ve artık orucu bozan fiiller yasak hale gelir. b) Ekvatordan kuzeye ve güneye doğru ilerledikçe güneşin doğma ve batma vakitleri değişir, uzar ve kısalır, nihayet günlerce ve aylarca doğmadığı veya batmadığı enlem derecelerine ulaşılır. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar namaz ve oruç vakitlerini nasıl ayarlayacaklardır?
Bazı fıkıhçıların ileri sürdüğü “Normal vaktin olmadığı yerlerde, normal mıntıkalara mahsus oruç ve namaz ibadeti de olmaz” düşüncesi isabetli değildir. Allah Teâlâ Mekke ve Medine gibi yerlerde yaşayan Müslümanlara hitap ederek yirmi dört saatlik bir zaman dilimi içinde beş kere namaz kılmalarını ve yılda bir ay da oruç tutmalarını istemiştir. İbadetin sebep ve hikmeti bir yandan insanın ibadetle eğitilmesi, Allah’a yakınlık elde etmesi, diğer yandan ahirette geçer akçe olan ecir ve sevabın elde edilmesidir. Güneşin aylarca doğmadığı veya batmadığı yerlerde yaşayan müminler de –çalışma, dinlenme, yeme ve içme gibi hususlarda– hayatlarını yirmi dört saate göre düzenlemekte yani normal mıntıkalarda yaşayan insanlar gibi yaşamaktadırlar. Bu müminlerin de dinî eğitime ve sevaba ihtiyaçları vardır. Bu sebeple ibadetlerini de aya ve güneşe göre değil, farazî ve itibarî (sanal) olarak ayarladıkları günlerine göre yapacaklardır.
Bu şartlarda yaşayan müminlerin uygulayacakları vakit cetveli bakımından âlimlerce iki yol gösterilmiştir: 1. Mekke takvimini uygulamak. 2. Kendilerine en yakın normal bölgenin takvimini uygulamak. Kıyamet yaklaştığında ve deccâl çıktığında günün çok uzun olacağını bildirmesi üzerine Hz. Peygamber’e, bu “bir yıl kadar uzun günde” namazları nasıl kılacaklarını soran sahabeler, “Daha önceki normal günlere göre kılarsınız” cevabını almışlardı. Bu hadis de yukarıdaki çözüme ışık tutmaktadır (Müslim, “Fiten”, 110; geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, I, 113 vd.).» [68]
«Ayette "ilel-leyl / geceye kadar" yerine "Güneş batıncaya kadar" denseydi, kutup bölgesinde güneşsiz gündüzlerin veya beyaz gecelerin olduğu günlerde oruç tutmak imkânsız hale gelirdi.» [69]
MESCİTLERDE İTİKÂFTAYKEN, [EVLERİNİZE DÖNÜP] EŞLERİNİZLE BİRLEŞMEYİNİZ!
SAVM GECELERİNDE EŞLERE YAKLAŞMAK SERBESTTİR / HELÂLDİR AMA İ’TİKÂF GECELERİNDE DURUM TAM TERSİNEDİR.
«Beşeratün kelimesi, cildin dışına verilen isimlerden biridir. Âdemlik ise, onun iç yüzüdür. Ediplerin geneli böyle demiştir. Ebû Zeyd ise, bunun tersini söylemiştir. Ebû’l-Abbâs ve başkası ise, onun yanlış söylediğini belirtmişlerdir. İnsana beşer denmesinin nedeni, derisinin tüysüz olması ve bakıldığında direk derisinin gözükmesidir. Çünkü, diğer hayvanların derileri ya yün ya kıl ya da tüylerle örtülüdür.
Kur’an’da insanın bedeni, dış görünüşü kast edildiği her yerde, insan yerine beşer kelimesi kullanılmıştır. Misaller:
O, sudan bir beşer yaratan Allah’tır (25/Furkân 54);
Ben çamurdan bir beşer yaratacağım (38/Sâd 71).
Mübâşeret, iki deriyi birbirine değdirmeyi ifâde eder. Beraber olmaya da kinaye yoluyla (mübâşeret) denmektedir. Yüce Allah’ın şu sözlerinde mübaşeret bu anlamda kullanılmıştır:
Mescitlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın (2/Bakara 187);
Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın (2/Bakara 187).»[70]
«Ayetteki “Mescitlerde ibadete çekilmişken kadınlarla cinsî ilişkide bulunmayın” cümlesinde geçen ibadetin İslâm geleneğinde adı itikâftır. İtikâf “cemaat, köy, mahalle vb. halkından en az bir müminin, mescide çekilerek bir müddet kendini ibadete vermesi, evinden, işinden ayrı kalması, halkla günlük ilişkilerini askıya alması” şeklinde yapılır. İbadet niyetiyle kısa bir müddet bile mescitte kalmak itikâf sayılmıştır. Hz. Peygamber ramazanın son on gününde mescitte itikâf ibadeti yapmış, son yılında bunu iki katına çıkarmıştır (Buharî, “İtikâf”, 1-6; Müslim, “İtikâf”, 1-6). Bazı eşleri ve sahabeler de bu konuda ona uyup aynı ibadeti ifa etmişlerdir. İtikâf ibadeti yapan kimseye yasak olan şey, tabii ve zaruri ihtiyaçları dışında mescitten çıkmak ve eşiyle cinsel ilişkide bulunmaktır.»[71]
«Mübaşeret kelimesi, bu cümlede yine kinaye olarak cinsel ilişki anlamında kullanılmıştır. Tabii âlimlerinden Katâde'ye göre: "Önceleri Müslümanlar, itikatta iken mescitten çıkıp eşlerinin yanına gidiyor, onlarla cinsel ilişkide bulunduktan sonra yine itikâf yerine dönüyorlardı. İste böyle yapmaları yasaklandı." Bu ayet, itikâfın ancak mescitlerde yapıldığına ve itikâfta cinsel ilişkinin haram olduğuna delildir. Ayrıca bu ayet, cinsel ilişkinin itikâfı bozduğuna da delildir; çünkü ibadetlerde nehiy (yasaklama), ifsadı da gerektirir.» [72]
«Sözlük anlamıyla; yapışmak, tutunmak, bir şeye devam etmek anlamlarına gelen “İtikâf”, uygulamadaki manasıyla; ezan okunan ve namaz kılınan bir mescitte, camide ya da ibadet edilen herhangi bir mekânda özellikle de Ramazan Ayı’nın son on gününde Müslümanın dışarıyla ilişkisini keserek sadece Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla belli bir adap çerçevesinde ikamet etmesi demektir. İtikâf; Hz. Peygamber’in bir uygulamasıdır. Peygamberimiz Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazan Ayı’nın son on gününde itikâfa çekilir, bütün gün ve gecelerini orada ibadetle ve düşünerek ihya ederdi.»[73]
«İtikâf, “Bir şey üzerine sürekli odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek” demektir.» [74]
«Allah Teâlâ, orucun hükmünü böylece beyan ettikten sonra, karı koca arasındaki münasebetle ilgili olarak istisnaî bir hüküm getirmiş ve mescitlerde ibadet maksadıyla itikâfa çekilenlere, kadınlarına yaklaşmayı haram kılmıştır. İtikâf, insanın bir yerde kendisini hapsetmesi demektir ki, dini manada, ibadet etmek ve Allah'a yaklaşmak maksadıyla mescide kapanmaktan ibarettir. Hazret-i Peygamber'in, ramazanın son on gününü daima itikatta geçirdiğini bildiren sahih rivayetler vardır. Buna göre, her kim ibadet maksadıyla mescitte itikâfa çekilirse, itikâf için niyet ettiği süreyi tamamlamadan gece bile olsa, çıkıp eşiyle münasebette bulunamaz. Gündüz eşle münasebet orucu bozduğu gibi, geceleyin yapılacak bir münasebette İtikâfı iptal eder.» [75]
«İtikâf, ramazan ayının son on günü içerisinde mescidin bir köşesine çekilmek, zaruri ihtiyaçlar dışında oradan ayrılmamak, ibadet, dua ve tefekkürle meşgul olmak. Hz. Peygamber itikâfa girdiğinden sünnet telakki edilir.»[76]
«İtikâf kavramı “kendini bir yere hapsetmek, orada durup beklemek” anlamına gelir. Ramazan’da mescitte gerçekleştirilen bir ibadettir. Bu esnada derin dini tefekkür ve bolca ibadetle gerçekleştirilen meşguliyet daha sonra “itikâf” adıyla anılır olmuştur.» [77]
«İtikâf, kelime anlamı olarak, “bir yerde nefsini hapsederek durup beklemek” demektir. Dini terim olarak ise: akil ve baliğ bir Müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescitte ibadet niyetiyle bir süre durması demektir. İtikâf, Kur’an ve sünnetle sabittir. Hz. Peygamber (a.s.)’ın özellikle Ramazan ayının son on gününde itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır. Hz. Âîşe (r.a): “Rasûlullah (s.a.v) Ramazan’ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’in zevceleri itikâfı sürdürmüşlerdir.” (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud). Ebu Hanife’ye göre içinde beş vakit namaz kılınan her mescitte itikâfta bulunmak caizdir. İtikâfın nafile olarak en azı bir gündür. Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur. Mescitteki itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar evde mescit edindikleri bir yerde itikâfta bulunabilir. İtikâfın Şartları: Niyet, Mescit, Oruç ve Temizliktir. İtikâfı bozan şeyler ise: Cinsi ilişkide bulunmak, herhangi bir ihtiyaç yokken mescitten dışarı çıkmak ve bayılmaktır. İtikâfta olan kimsenin yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması ancak mescitte olur.»[78]
«Ramazan ayı içinde -ve bazan diğer zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide kapanarak bütün dünyevî faaliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen ibadete ve tefekküre hasretmek, Hz. Peygamber’in sünneti idi. Hz. Peygamber, Müslümanlara da zaman zaman bunu yapmayı tavsiye ettiğinden, itikâf için mescide kapanmak, özellikle Ramazan’ın son on günü Müslümanlar arasında -ihtiyarî de olsa- kabul görmüş bir ibadet tarzı haline gelmiştir.» [79]
«İtikaf, bir mescit ya da mescit hükmündeki herhangi bir mahalde kapanarak kişinin mesaisini yalnızca ibadete tahsis etmesidir. İtikâf, Hira’yı yeniden yaşamak ve yüreğe yolculuktur. Böyle bir yolculukta tensel hazza yer yoktur.»[80]
«İtikâf, ibadet niyetiyle vaktini mescitte geçirmektir. Nebimiz Ramazan'ın son on gününü itikâfla geçirirdi.» [81]
«Bu ayet, ibadet ve ibadet için camilere çekilmek anlamına gelen itikaf adı verilen bilinen İslami uygulamaya atıfta bulunmaktadır. Peygamber (s.a.v.) Ramazan ayının son on gününde mescide çekilirdi. [Ed.].» [82]
«Ayetin "Mescitlerde itikafta bulunduğunuz müddetçe eşlerinize geceleri de yaklaşmayın" kısmında, ramazan ayında geceleyin kişilerin eşleriyle cinsel ilişki kurmalarının helâl olduğunu fakat mescit ve camilerde itikafta bulunanların ise geceleri de eşleriyle cinsel ilişkiye girmelerinin yasak olduğuna açıklık getiriliyor ve buna dikkat çekiliyor. Yine bu ayetten anlaşıldığı gibi itikafa girmek ancak mescitlerde olur, başka yerlerde değil.»[83]
«İtikâf “cemaat, köy, mahalle vb. halkından en az bir müminin, mescide çekilerek bir müddet kendini ibadete vermesi, evinden, işinden ayrı kalması, halkla günlük ilişkilerini askıya alması” şeklinde yapılır. İbadet niyetiyle kısa bir müddet bile mescitte kalmak itikâf sayılmıştır. Hz. Peygamber ramazanın son on gününde mescitte itikâf ibadeti yapmış, son yılında bunu iki katına çıkarmıştır (Buharî, “İtikâf”, 1-6; Müslim, “İtikâf”, 1-6). Bazı eşleri ve bazı sahabeler de bu konuda ona uyup aynı ibadeti ifa etmişlerdir. İtikâf ibadeti yapan kimseye yasak olan şey, tabii ve zaruri ihtiyaçları dışında mescitten çıkmak ve eşiyle cinsel ilişkide bulunmaktır.»[84]
Ukûf, bir şeye saygıyla yönelip ona bağlanmaktır. Şeriatta itikâf, Allah’a yaklaşmak amacıyla camiye kapanmaktır. Bundan dolayı Allah buyurur ki:
“Kapanan / yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit kılınan” (22/Hac 25);
“İbrahim ve İsmail’e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evi’mi temiz tutun, diye emretmiştik” (2/Bakara 125);
“Onlar; putlara tapıyoruz ve onlara bağlanıp duruyoruz, demişlerdi” (26/Şu’arâ 71);
İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar (7/A’râf 138);
“Üstüne kapandığın/önünde eğildiğin ilâhına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız” (20/Tâhâ 97);
“Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin” (2/Bakara 187);
Onlar inkâr eden ve sizin Mescid-i Haram’ı ziyaretinizi ve durdurulan (hapsedilen, men edilen) kurbanların yerine ulaşmasını engelleyenlerdir” (48/Fetih 25).»[85]
«İbadet niyetiyle camide kalmak anlamında bir fıkıh terimidir.
Sözlükte “hapsetmek, alıkoymak; bir yere yerleşmek, oraya bağlanıp kalmak” anlamlarındaki akf kökünden türeyen itikâf, bu manaları yanında kişinin kendisini sıradan davranışlardan uzak tutmasını, fıkıh terimi olarak da ibadet amacıyla ve belirli bir şekilde camide kalmasını ifade eder. İtikâfa giren kimseye mu‘tekif veya âkif denir.
İtikâfın meşruiyeti Kur’an ve Sünnet ile sabittir. “Mescitlerde itikâfta bulunduğunuz zaman kadınlara yaklaşmayın” (el-Bakara 2/187) mealindeki ayetle Hz. Âişe’nin, “Resûl-i Ekrem ramazanın son on gününde itikâfa girerdi. O bu âdetine vefatına kadar devam etmiştir. Sonra onun ardından hanımları da itikâfa girmiştir” (Buhârî, “İʿtikâf”, 1; Müslim, “İʿtikâf”, 5) şeklindeki rivayeti bunun delillerini teşkil eder. Allah’a tam bir teslimiyet içerisinde ibadet ve itaatte bulunmak amacıyla zamanının belirli bir kısmını ayırması ve bu esnada meşru bile olsa her türlü nefsani ve şehevî arzulardan uzak durması kişinin manen olgunlaşması için önemli vesilelerden biridir. Zorunlu ibadetlerin yanı sıra nafile ibadetler de bu konuda önem taşımakta, dinî duygu ve düşüncenin yoğun bir şekilde yaşandığı, mümkün olduğu ölçüde maddî ilgilerden uzaklaşarak yüce yaratıcıya yönelinen bir ortam insana derin bir manevi ufuk ve imkân sunmaktadır. Bu bakımdan itikâf yalnız İslâm ümmetine has bir ibadet olmayıp vahiy geleneğine sahip hemen bütün dinlerde muhtelif şekillerde gerçekleştirilen köklü bir gelenektir; İslâmî öğreti içinde de Hz. İbrâhim ve oğlu İsmail zamanından beri devam edegelen bir sünnet olarak bilinir. Nitekim, “İbrâhim ve İsmail’e: Evimi onu ziyaret edenler, ibadet için orada kalanlar (âkifîn), rükû ve secde edenler için tertemiz tutun diye ahid -emir- verdik” (el-Bakara 2/125) mealindeki ayet bir yönüyle buna işaret etmektedir.
Vacip, sünnet ve mendup (müstehap) olmak üzere üçe ayrılan itikâf çeşitleri arasında özellikle itikâfı bozan şeylerle süre açısından bazı farklılıklar bulunmaktadır. İtikâf fakihlerin çoğunluğuna göre sünnet, bazılarına göre ise menduptur. Sünnet olduğunu söyleyenlerin bir kısmı itikâfı her zaman müekked sünnet görürken diğerleri Resûl-i Ekrem’in uygulamasından hareketle ramazanda, özellikle de bu ayın son on gününde sünnet-i müekkede niteliği kazandığını belirtirler. Ayrıca Hanefî mezhebine göre i‘tikâf sünnet-i kifaye grubunda yer aldığından bazı müminlerin bu ibadeti yerine getirmesiyle sünnet ihya edilmiş sayılır. İtikâf adanması halinde vacip olur.
İtikâfın sahih olabilmesi için itikâfa giren kimsenin cünüplük, hayız ve nifas gibi hallerden temizlenmiş bulunması ve itikâf için niyet etmesi şarttır. İtikâf için bulûğ şart olmayıp ibadet ehliyetine sahip olmak, yani temyiz çağına ulaşmak yeterlidir. Ayrıca Hanefîler’e göre sadece vacip olan itikâflarda oruç tutmak şart iken Malikilere ve Caferilere göre müstehap olan itikâfta da oruç şarttır. Şafii ve Hanbelîler ise itikâfın hiçbir çeşidinde orucu şart kabul etmez.
İtikâfın camide ifa edilmesi gerekir. Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre cuma kılınan camilerde itikâfa girmek daha faziletli olmakla beraber cemaatle beş vakit namaz kılınan bir mescitte itikâfa girmek de sahihtir. Maliki ve Şafiilere göre ise itikâf herhangi bir mescitte sahih olmakla birlikte kendisine cuma farz olan kimsenin bir hafta veya daha çok bir süre itikâf yapmayı adaması halinde cuma kılınan bir camide itikâfa girmesi gerekir. Caferilere göre itikâf cuma namazı kılınan bir camide ifa edilmelidir. Öte yandan çoğunluğa göre kadınların da erkekler gibi itikâfa camide girmeleri şarttır. Hanefî fakihleri onların evin münasip bir yerinde itikâfa girmelerini tercih etmiştir.
Bir adaktan dolayı değilse itikâf ramazanda ve ramazan dışında olabileceği gibi belirli bir süreye de tâbi değildir. İtikâf niyetiyle camide birkaç saat veya birkaç gün kalmak yeterlidir. Malikilere göre sahih bir itikâfın en az süresi bir gün, bir gecedir. Diğer mezhepler çok kısa bir süre durmayı yeterli görmekle birlikte en az bir gün kalmayı tavsiye etmişlerdir. Caferi mezhebine göre mendup itikâfa başlayan kimse iki gün geçmeden istediği zaman itikâftan çıkabilir; iki gün itikâfta bulunan kişinin bunu üç güne tamamlaması vaciptir. Adak itikâf ise üç günden aşağı olmaz.
İtikâfta bulunan kimse abdest ve gusül gibi tabii ihtiyaçları için dışarı çıkabilir. Şafiiler yeme içme için de dışarı çıkabileceğini belirtirken diğer üç mezhebe göre ihtiyaç duyacağı şeyleri kendisine getirecek birinin bulunması halinde dışarı çıkması itikâfı bozar. Hasta ziyareti veya cenaze namazı için dışarı çıkmanın itikâfı bozacağı hususunda görüş birliği vardır. Hanefilere ve Malikilere göre unutarak mescitten çıkma itikâfı bozarken diğer iki mezhebe göre bozmaz. Doktora gitmeyi veya yatmayı gerektirecek bir hastalık durumunda dışarı çıkma üç mezhebe göre itikâfı bozmaz, Hanefilere göre ise bozar. Cuma namazı kılınmayan bir camide itikâfa giren kimsenin cuma namazı için dışarı çıkması Hanefilere ve Hanbelilere göre itikâfı bozmaz; Şafii ve Malikilere göre ise bozar, çünkü önceden süreyi ayarlama veya cami seçimi yapma imkânı vardır.
“Mescitlerde itikâfta bulunduğunuz zaman kadınlara yaklaşmayın” (el-Bakara 2/187) mealindeki ayet gereği itikâfta iken cinsel ilişkide bulunmak bütün mezheplere göre itikâfı bozar. Çoğunluğa göre bu amaçla dokunma, öpme de böyledir. Akıl ve temyiz gücünü gideren sarhoşluk, akıl hastalığı ve bayılma gibi hallerle hayız ve nifas gibi durumlarda da itikâf bozulur. Ayrıca Malikilere ve Caferilere göre vacip ve mendup itikâflarda oruç şart olduğu için orucunu bozanın itikâfı da geçersiz olur.
Şafii ve Hanbelî mezhepleriyle Hanefî mezhebindeki hâkim görüşe göre, bozulan sünnet bir itikâfın tamamlanması veya kazâ edilmesi gerekli değildir. İstenirse yeniden itikâfa girilebilir. Malikilere göre ise adanan (vacip) itikâfta olduğu gibi bunun da kazâ edilmesi şarttır.
İtikâfa giren kimsenin gücü yettiği kadar namaz kılması, Kur’an okuması, istiğfar etmesi, dua ve niyazda bulunması, kelime-i tevhit ve tekbir getirmesi, Allah’ın varlığı, birliği, kudreti hakkında düşünceye dalması, gereksiz şeyler konuşmaması, başta Hz. Peygamber’in hayatına dair kitaplar olmak üzere dinî-ilmî eserler okuyarak vaktini değerlendirmesi müstehaptır.
İtikâfa özellikle ramazan ayının son on gününde girilmesi Kadir gecesini de ihya etme fırsatı vereceği için ayrı bir önem taşır. Hz. Âişe, “Resûl-i Ekrem ramazanın son on gününde ibadet için yoğun bir gayret içine girer, gecesini ihya eder ve ibadet için aile fertlerini uyandırırdı” demiştir (Buhârî, “Fażlü leyleti’l-Ḳadr”, 5; Müslim, “İʿtikâf”, 7).
Vacip itikâfa giren, yani, “Allah rızası için -meselâ- on gün itikâf yapacağım” diyerek adakta bulunan kişi, tan yeri ağarmadan önce itikâfa için belirlediği bir mescide, “Ya rabbi! Senin rızan için üzerime vacip olan itikâfı eda etmeye niyet ettim” diyerek girer ve adadığı itikâf günleri süresince oruç tutar, mescidin bir köşesinde ibadetlerini yapar. Nezrettiği son günün akşam namazından sonra itikâftan çıkar.»[86]
TÜM BUNLAR ALLAH’IN SINIRLARIDIR, SAKIN OLA Kİ ÇİĞNEMEYE YELTENMEYİNİZ!
Bunlar, Allah’ın hudududur / riskli sınır çizgileridir.
Bu çizgileri aşmak, aklınızın ucundan bile geçmemelidir.
Geçmek şöyle dursun, bu hududa yaklaşmak bile çok tehlikelidir.
«Ayette, Allah’ın çizdiği sınırları değil aşmayı, “onlara yaklaşmayı bile aklınızdan geçirmeyin” deniliyor.» [87]
«İşte, 183’üncü ayetten itibaren oruçla ilgili olarak indirilen ayetlerde yer alan bütün bu hükümler, Allah'ın oruç hakkında çizmiş olduğu bir hudut veya sınırdır ki, bununla bazı ameller tahdit edilmiş, başlangıç ve bitim yerleri yahut vakitleri tespit olunarak orucun sıhhati için şart sayılmıştır. Buna göre, her kim oruç tutmaya niyet ederse, bu hududu tecavüz etmemeli, hatta ona yaklaşmamalıdır. Oruç ibadetinin, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde yapılabilmesi için bu şarttır; aksi halde oruç bâtıl ve oruç tutan kimse hem Allah'ın emrini yerine getirmemiş hem de oruç tutmamakla, elde edeceği maddî ve manevî faydalan kaçırmış olur.
Dikkat edilecek olursa, ayet-i Kerime’de “bu hududu tecavüz etmeyin” denilmemiş, fakat bir ihtiyat tedbiri olmak üzere “hududa yaklaşmayın” buyurulmuştur. İnsan, birçok hallerde hudut üzerinde bulunur da hududu tecavüz etmeyeceğine güvenir. Fakat orucun hududu böyle değildir ve insan iradesi çok defa onu tecavüz etmemek hususunda zayıf kalır ve nefse hâkim olamaz. Meselâ oruçlu iken kadına yaklaşmak haram kılınmıştır ve bu, orucun bir hudududur. Bir kimse, iradesine güvenerek ve hududu aşmayacağına inanarak, münasebette bulunmaksızın eşiyle oynaşmaya kalkışırsa, bu, hududa yaklaşmak olur ki, ona yaklaştıktan sonra nefsini onu aşmaktan alıkoyması çok güç olur. İşte bu sebepledir ki Allah Teâlâ, oruçlu kulunu korumak ve orucuna zarar gelmemesini sağlamak için ona doğru olan yolu göstermiş ve hudut çevresinde teşkil ettiği yasak bölgeye girmemesini emretmiştir.» [88]
«Hadde, iki şeyi, karışmalarını önleyecek şekilde, birbirinden ayıran engel demektir.
Haddedêri / Evin haddi, onun başkasından ayırt edilmesini sağlayan sınırdır.
Allah buyurur ki:
Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırını aşarsa (65/Talâk 1);
Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, onları aşmayın (2/Bakara 129);
Yüce Allah’ın belirlediği bütün hudutlar / sınırlamalar dört kategoride ele alınabilir:
1. Kesin olup herhangi bir fazlalığı veya eksikliği kabul etmeyen sınırlamalar. Farz namazların rekât sayıları bunun örneklerinden biridir.
2. Fazlası kabul edildiği hâlde eksikliği kabul edilmeyen sınırlamalar. Bunun en tipik örneği zekâttır. Alt sınırı korunmuş, üst sınırı serbest bırakılmıştır.
3. Azaltılması kabul edildiği hâlde, üst sınırı korunmuş olan sınırlamalar.
[Abdest alırken organlar için uygulanan temizlik sayıları gibi. Bunlar üç, iki veya bir şeklinde de uygulanabilir. Erkekler için bir anda dört kadınla evlilik bunun üst sınırıdır. Bunun aza doğru olanları: Üç, iki ve bir şeklinde uygulanması da makbuldür].
4. Hem azaltılması hem de arttırılması uygun görülen sınırlamalar.
[Herhangi bir zamanla sınırlandırılmış nafile namazlar bunun bir örneğidir. Sözgelimi, kuşluk namazı, sekiz rekattır. Bu, bundan fazla da kılınabilir, eksik de].»[89]
«Hudut, Kur’an ve Sünnette belirlenmiş, kısas ve diyet dışındaki cezaî müeyyideleri ifade eden fıkıh terimidir.
Had kelimesi (çoğulu hudûd) sözlükte mastar olarak “engel olmak, iki şeyin arasını ayırmak”; isim olarak “iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar kısmı, sınır, tanım” gibi anlamlara gelir. Fıkıhta, Allah hakkı olarak yerine getirilmesi gereken, miktar ve keyfiyeti nasla belirlenmiş cezaî müeyyideleri ifade eder.
Kur’an-ı Kerîm’de hudûd kelimesi on dört yerde geçer; bunların on üçünde Allah’a, birinde ise (et-Tevbe 9/97) Allah’ın resulüne indirdiği vahye izafe edilir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥdd” md.). Bu ayetlerde hudûdullah tabiri, öncesinde birtakım hükümler ve mükellefiyetler belirtildikten sonra onlara atıfla zikredildiğinden ayetlerin ifade akışına bağlı olarak “Allah’ın koyduğu hükümler, yasaklar, ölçüler, sınırlar” gibi anlamlar taşır. Ayetlerin bir kısmında, Allah’ın koyduğu bu hükümlerin yerine getirilmesi ve iyi muhafaza edilmesi (el-Bakara 2/229; et-Tevbe 9/112), bir kısmında da Allah’ın belirlediği ölçü ve sınırların çiğnenmemesi, onlardan ileriye geçilmemesi (el-Bakara 2/229; en-Nisâ 4/14; et-Talâk 65/1) istenir.
Oruçlu için yasak olmayan ve yasak olan fiillere (el-Bakara 2/187), mirasçıların miras paylarını belirleyen hükümlere (en-Nisâ 4/11-14), zıhâr yemininde bulunan kimse için gerekli görülen üç kademeli kefaret hükümlerine (el-Mücâdile 58/2-4), evlilik birliğinin sona ermesinin ardından kadınlar için öngörülen iddet yükümlülüğüne ve süknâ hakkına (et-Talâk 65/1) hudûdullah denilmesi ve bunlara riayet edilmesinin istenmesi, had kelimesinin fıkıhtaki terim anlamına da belli ölçüde zemin teşkil etmiştir.»[90]
«Ayetteki "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın" ifadesinde zikredilen sınırlar, Allah'ın kulları için koyduğu sınırlardır. Allah (celle celâlühü), hak ile bâtıl arasındaki sınırı geçmek yasağının ehemmiyetini belirtmek için o sınıra yaklaşmayı da yasaklamıştır.
Öyleyse bu sınırları aşmak şöyle dursun, onlara yaklaşmayı bile denemeyiniz. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor:
"Her padişahın sultan çayırları vardır. Allah'ın mahfuz sahaları da O'nun yasaklarıdır. Yasak sahalar etrafında dolaşan, onun içine düşebilirsiniz."
"Allah'ın sınırları", sadece bu ayette zikredilen hükümler olmayıp, mutlak olarak Allah'ın haram kıldığı ve yasakladığı bütün şeyler anlamına da gelir.» [91]
Kurb ve bu’d kelimeleri, zıt anlamlı kelimelerdir. Kurban, kendisiyle Allah’a yaklaşılan şeydir.
Allah buyurur ki:
“Yetimin malına, rüştüne erinceye kadar en güzel şekilden başka türlü yaklaşmayın” (6/En’âm 152).
“Dedik ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz” (2/Bakara 35).
“Temizleninceye kadar kadınlara yaklaşmayın” (2/Bakara 222).
“Zinaya yaklaşmayın, şüphe yok o, ‘çirkin bir hayasızlık’ ve kötü bir yoldur” (17/İsrâ 32).
Yukarıdaki ayetlerdeki Yaklaşmayın ifadesi, yasaklamaktan daha etkili bir anlatımdır. Çünkü bir şeye yaklaşmanın yasaklanması, onun yasaklanmasından daha fazla etkilidir.»[92]
ALLAH, İNSANLARA ÂYETLERİNİ İŞTE BÖYLE NET BİR BİÇİMDE AÇIKLAR;
UMULUR Kİ BU SAYEDE TAKVÂLI OLALAR / ATEŞ AZABINDAN KORUNALAR.
«Bu ifade, oruç ibadetinin hikmetine ışık tutmaktadır. Dinde sakınmak (takvâ, ittikā) günahlarla ilgili bir sakınmadır, günahlardan uzak durmak, günaha girmemek için çaba göstermektir.»[93]
«Orucun hikmeti hakkında bakın Rabbimiz ne buyuruyor: “Umulur ki takva erleri olasınız, muttakilerden olasınız.”
Açıkçası tüm hayatınızı Allah için yaşayıp, bu oruçla da hayatı Allah için yaşamanın bir boyutunu gerçekleştiresiniz. Şüphesiz oruçta başka faydalar da vardır, başka gerekçeler de vardır. Ama öncelikle bakıyoruz ki, Bakara suresinin bundan sonraki ayetlerinde değerlendirdiği bütün olaylarda savaş, barış, hac, infak, fâizden kaçınma gibi konularda da hep takva görüyoruz. Ayetlerdeki, şu işi yaparsanız takvalı olursunuz, bu işi yapmazsanız takva sahibi olursunuz, savaşı şöyle değerlendirirseniz muttaki olursunuz, fâizden şöyle kaçınırsanız muttaki olursunuz, orucu böyle yaparsanız muttaki olursunuz, haccı, Arafat’ı ve Müzdelife’yi şu şekilde yaparsanız muttaki olursunuz gibi emirler bizim için aynı zamanda şöyle bir sistem oluşturmaktadır.:
Takva, hayatı Allah için yaşamak, hayatı Allah için değerlendirmek, hayatı tümüyle Allah’a verebilmenin, tüm hayatta Allah’ın koruması altına girip onunla yol bulabilmenin adıdır.»[94]
«Şems Suresi 8’de, “Sonra nefse / gönle (2/235; 5/116) fücurunu ve takvasını ilham edene ant olsun” buyurulmaktadır.
«Ayette Fücûr, "kötülük kabiliyeti" Takva ise, "iyilik kabiliyeti" olarak ele alınmaktadır. Takva, insanın Allah'tan hakkıyla korkup, O'na hakkıyla inanıp bağlanması, nefsini O'nun himayesi altında tutup kötülüklerden koruması anlamlarını taşımaktadır ki, buna bağlı olarak fücur da Allah'ı hakkıyla tanımamak, O'ndan hakkıyla korkmamak, tam anlamıyla bağlanmamak ve dolayısıyla Onun himayesi ve tasarrufunun dışında günah işleyerek, kötülük içinde bulunmak anlamlarına gelmektedir. Fücur kelimesi, takva kelimesinden önce zikredilmiştir. Bu da genel bir kuralı hatırlatmaktadır ki o kural, iyi bir hasletin yerleşmesi için, önce kötü hasletin terk edilmesidir. Yani takvalı olmak için temel şart, fücuru terk etmektir.» [95]
«Allah’ın kuluna verdiği en güzel şey takvadır; bütün faziletlerin kaynağı olan takvanın temeli ihlâstır. Takva güzel ahlâk ve helâl lokmadır. Takvanın göstergesi, tevekkül, rıza ve sabırdır (Kuşeyrî, s. 279).
Takva sahibi kişi, şirki tevhide, münafıklığı iman ve ihlâsa, haramı veya helâlliği şüpheli olan şeyleri helâle, bidati ibadet ve amellere karıştırmaz. Zikirle meşgul olmak dilin, Allah’a itaat etmek bedenin, Allah’tan başkasına bağlanmamak gönlün takvasıdır. Gazzâlî, “müminin iradesiyle kalbini kötülüklerden arındırması” şeklinde tarif ettiği takvayı iki kısma ayırır. Esas takva, haramlardan kaçınmak olup her Müslümana farzdır.» [96]
«Takva, Allah’ın vikayesine (korumasına) girmek, emrini tutup azabından korunmaktır. Elmalılı’nın tespitlerine göre takva için en uygun kelime “korumaktır.” Takva, fücur kelimesinin zıddıdır. Nefsi kurtarmanın, fenalıktan korunmanın ismidir. Sonucu korunmak olan hayır, iyilik, itaati kapsar. Sonunda ahirette zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun eksiği ve fazlayı kabul eden geniş bir sahası vardır. En aşağısı cehennemde ebedî kalmaya neden olacak şirkten uzak kalmaktır. En yükseği de bütün duyularıyla Allah’a yönelmek ve O’nun korumasına girmektir ki, hakiki takva budur. Nefsi ve nesli, büyük günahlardan korumak özellikle gereklidir. Takvalı olabilmek için, korunulması gereken günahları bilmek önemlidir. Zira ilim olmadan takva olmaz. (Elmalılı, 1979, c.VI, s.4434, 4479).
Nefsi günahlardan korumanın yolu haramı terkle olur; haramı terk de en azından şüpheli şeyleri bırakmakla gerçekleşebilir. Hz. Peygamber (s.) bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Helâl belli, haram da bellidir; fakat bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır; bu nedenle şüphelerden korunan dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düşen, harama düşer. Haberiniz olsun ki, her melikin korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır.” (Buhârî, Buyû’ 2; Muslim, Musâkât 107; Ebû Dâvûd, Buyû’ 3).
Kur’an’da “Hudûdullâh”tan / Allah’ın sınırlarından söz edilir ki, işte bu, Allah’ın içinde kalınmasını emrettiği korusunun sınırlarıdır. Müminlere sürekli olarak “Allah’ın sınırlarını aşmayın” değil, “Allah’ın sınırlarına yaklaşmayın” diye emredilir. Yaklaşıldığında sınırların aşılması her zaman mümkündür. İşte bu şekilde, Allah’ın çizdiği sınırları aşma korkusuyla bu sınırlara yaklaşmamak, nefsi bu sahada korumak ve sınıra yaklaştırmamak takvadır. (Ünal, 1999, s.483) Hz. Ömer, Ubeyy b. Ka’b’a “Takva nedir?” diye sorar. Ubeyy: “Dikenli yolda hiç yürümedin mi?” şeklinde cevap verir. Hz. Ömer: “Yürüdüm!” deyince, “O zaman ne yaptın?” der. Hz. Ömer: “Paçalarımı sıvayıp ayağıma diken batmasın diye dikkatli yürüdüm.” demesi üzerine, Ubeyy: “İşte takva odur.” diye mukabelede bulunur. Yani nasıl dikenli veya mayınlı bir arazide yürürken son derece dikkatli bir şekilde kontrollü ve sakınarak, korunarak yürünüyorsa aynı şekilde, İslâm dinini yaşarken aynı titizlik ve hassasiyetle, Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakınarak, Allah’a saygısızlık etmekten çekinerek ve içtinap ederek yaşamak takvadır.
Takva, Allah’a karşı gelmekten sakınmak ve Allah’ın azabından korunmak için gerekli önlemleri almak ve daima bu bilinç ile Allah’a derin bir saygı şuuru içerisinde bulunmaktır. (Ali Galip Gezgin, “Kur'ân Meâllerinde ‘Takva’ Kelimesinin Türkçe'ye Çeviri Sorunu”, 2007).
“Takva”, Allah’a saygısızlık etmekten ve O’na karşı gelmekten sakınmaktır. Allah’a karşı gelmemekten kastedilen, onun emirlerini yapmak; yasaklarından da kaçınmaktır. Diğer bir deyişle Allah’a kayıtsız ve şartsız itaat etmektir.
Ahiret gününün şiddetinden, Allah’ın azabından korku ve sakınma içinde olmak da takvanın manası içindedir. Bu duruma ittikâ denilir. Şu ayetlerde “ittikâ”nın, “Allah’a karşı gelmekten sakınmak” anlamı belirgin bir şekilde görülmektedir:
“Kimsenin kimse namına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin / aracılığın yarar sağlamayacağı ve hiç kimsenin hiçbir taraftan yardım göremeyeceği günden korunun.” (Bakara 2/123)
Allah, âdil bir Rab olarak, azabından korunmaya çalışmayanları, azabından uzak tutacak değildir. Azaptan korunma, Allah’ın cezalandırmasından sakınma ve titreme, kulun görevidir. Bunun için de ne gerekiyorsa yapmak, Allah’ın emir ve yasaklarından oluşan sınırları aşmak şöyle dursun, onlara yaklaşmamak ve bu konuda elden geldiğince dikkatli olmak gerekir. İşte Mümin ve Müslüman olarak ölebilmenin yolu budur. Kur’an’da buyrulduğu şekliyle;
“Ey İnananlar! Allah’a karşı gelmekten nasıl korunmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmrân 3/102).
Yine bu anlamda diğer bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
“O halde, gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının.” (Teğâbun 64/16).
Celâleyn tefsirinde “ittikâ, Allah’ın emirlerine sarılıp, yasaklarından kaçınmak suretiyle (kişinin) ateşten korunmasıdır” diye yorumlanmıştır. (Celâleyn)
Bu mana, şu ayette açıklanmıştır: “Yakıtı, insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış ateşten korunun.” (Bakara, 2/24).»[97]
«Allah Teâlâ, geçmiş milletlere olduğu gibi Müslümanlara da orucu farz kıldığını bildirdiği ilk ayetten itibaren, oruçla ilgili hükümleri, orucun şartlarını, ruhsatını, faydasını ve hikmetini nasıl mükemmel bir şekilde insanlara açıklamışsa, bütün âyetlerini ve bütün hükümlerini de böyle açıklamıştır. Allah'ın âyetlerini insanlara böyle kusursuz bir şekilde açıklaması, onların, Allah'tan korkup günahtan sakınmaları ve doğru yolu bulmaları içindir.» [98]
AYETİN BU SON CÜMLESİNİN TEFSİRİ SADEDİNDE SAVM AYETLERİ DIŞINDA BAŞKA BİR AYETE DAHA BAŞVURUYORUZ. MEVZUMUZU BAKARA SURESİNİN 63’NCÜ AYETİ İLE NOKTALIYORUZ:
Ve-iż eḣażnâ mîśâkakum verafa’nâ fevkakumu-ttûra ḣużû mâ âteynâkum bikuvvetin veżkurû mâ fîhi le’allekum tettekûn.
Bir vakit, (Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden sağlam söz almıştık; Tûr'u da (söz veresiniz diye tehdit niyetiyle yerinden sökerek) üstünüze kaldırıp demiştik ki: “- Size verdiğimiz kitabın hükümlerini kuvvetle tutun ve içindekinden gâfil olmayın, onları hatırlayın ki cehennemden ve isyandan korunursunuz.
[1] Rafes: Burada, “erkekle eşi arasında cereyan eden karı-koca münasebeti” anlamındadır. {Cerrahoğlu ve Koçyiğit, 1/346}. Bu kelime bir de 2/197’de geçmektedir.
[2] (Abdullah-Ahmet Akgül Meali)
[3] Libâs: “İnsana elbise ne kadar gerekliyse, eş de o kadar gereklidir. Elbise insanın vücudunu nasıl sarıp sarmalıyorsa, eşler de birbirlerini sarıp sarmalamalıdır.” {Bkz: Kur’ân-ı Kerîm Meâl ve Tefsiri, 1/346-347, Cerrahoğlu ve Koçyiğit}
[4] «Bu ayette geçen İHTİYÂN hainlik yapmaya çalışmak / hainlik yapmak için harekete geçmektir. Çünkü ayette TEHÛNÛNE ENFÜSEKÜM denmemiştir. Öyleyse onların yaptığı hainlik değil, hainlik yapmaya çalışmak / hainliğe yeltenmektir.» {Râgıb el-İsfehânî. el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân. www.kuranmeali.com}
[5] «Hz. Peygamber’in açıklama ve uygulamasında da güneşin batmasıyla iftar vaktinin gireceği bildirilmiştir (Müslim, “Ṣıyâm”, 51, 54; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 19).» {TDV İslâm Ansiklopedisi, 21. cilt, 517-518. İFTAR. Müellif: MEHMET ŞENER}.
[6] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân. https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[7] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1998 İstanbul, 17. cilt, 173-175. HELÂL. Müellif: KÜRŞAT DEMİRCİ.
[8] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1998 İstanbul, 17. cilt, 175-178. HELÂL, FIKIH. Müellif: FERHAT KOCA
[9] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân. www.kuranmeali.com/Aciklama.
[10] Polatoğlu, Enver. “Nüzûl Süreci Bağlamında Hac Âyetlerinin Tahlili”. Diyanet İlmî Dergi 59 (2023), 409-444.
[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.
[12] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[13] KUR’AN-I KERİM’DE LİBÂS KAVRAMI, 13-14, Zeynep KOÇ (Yüksek Lisans Tezi) Eskişehir, 2019
[14] Ebis-Suûd Tefsiri
[15] Kurtubî Tefsiri
[16] Fahrur-Râzî Tefsiri
[17] Yusuf Ali (İngilizce) Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.
[19] Ebis-Suûd Tefsiri
[20] Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[21] İsmail Hakkı İzmirli Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[22] Bkz. Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[23] Mehmet Türk Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[24] Muhammed Esed Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[25] Suat Yıldırım Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[26] Süleyman Ateş Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[27] Ümit Şimşek Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[28] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.
[29] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 285-288
[30] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân. https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[31] Ahmet Varol Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[32] Mustafa İslamoğlu Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[33] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2012 İstanbul, 41. cilt, 279-283. TÖVBE (التوبة) Müellif: BEKİR TOPALOĞLU
[34] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1988 İstanbul, 1. cilt, 533-534. AHİD, TASAVVUF. Müellif: SÜLEYMAN ULUDAĞ
[35] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2012 İstanbul, 41. cilt, 279-283. TÖVBE (التوبة) Müellif: BEKİR TOPALOĞLU
[36] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2012 İstanbul, 41. cilt, 284-285. TÖVBE, TASAVVUF. Müellif: SÜLEYMAN ULUDAĞ
[37] Ebis-Suûd Tefsiri
[39] Kurtubî Tefsiri
[40] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân. https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/190.
[42] KURTÛBÎ TEFSİRİ. http://islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/index.htm
[43] İsmail Hakkı İzmirli Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[44] Bkz. Ümit Şimşek Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[45] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân. https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[46] Ebis-Suûd Tefsiri
[47] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 285-288
[48] Kurtubî Tefsiri
[49] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 285-288
[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.
[51] Bkz. İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/535-539.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/271.
[53] Ali Fikri Yavuz Meali Bakara 204-205
[54] Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995 İstanbul, 12. cilt, 290-291. FECR SÛRESİ. Müellif: EMİN IŞIK
[55] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995 İstanbul, 12. cilt, 286-287. FECİR. Müellif: YAKUP ÇİÇEK
[56] Süleymaniye Vakfı Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[57] Yusuf Ali (İngilizce) Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[58] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.
[59] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 285-288
[60] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2012 İstanbul, 42. cilt, 488-491. VAKİT. Müellif: M. KÂMİL YAŞAROĞLU.
[61] Bkz. Mehmet Türk Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[62] Emrah Demiryent Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[63] Mehmet Okuyan Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[64] Edip Yüksel Meali
[65] Süleyman Karagülle, BAKARA-SURESI-185-186-AYETLER-TEFSIRI, https://akevler.org.
[66] https://sorularlaislamiyet.com/dinimiz-islamda-gece-kavrami-ne-ifade-etmektedir
[67] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2000 İstanbul, 21. cilt, 517-518. İFTAR. Müellif: MEHMET ŞENER
[68] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 285-288
[69] Süleymaniye Vakfı Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[70] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân. https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[71] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 285-288
[72] Ebis-Suûd Tefsiri
[73] Cemal Külünkoğlu Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[74] Erhan Aktaş Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[75] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.
[76] İsmail Yakıt Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[77] Mehmet Okuyan Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[78] Mehmet Türk Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[79] Muhammed Esed Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[80] Mustafa İslamoğlu Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[81] Süleymaniye Vakfı Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[82] Yusuf Ali (İngilizce) Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[83] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/535-539.
[84] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 285-288
[85] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[86] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2001 İstanbul, 23. cilt, 457-459. İ‘TİKÂF. Müellif: MEHMET ŞENER.
[87] Mustafa İslamoğlu Meali Bakara Suresi 187. Ayet Açıklaması
[88] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.
[89] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l Kur'ân, https://www.kuranmeali.com/Aciklama.
[90] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1996 İstanbul, 14. cilt, 547-551. HAD (الحدّ) Müellif: ALİ BARDAKOĞLU
[91] Ebis-Suûd Tefsiri
[93] Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 276-279
[94] Besâiru'l Kur'an, Ali Küçük. İnterGez - İnternette Gezintinin Adresi - intergez.com.
[95] Şamil İslâm Ansiklopedisi, Abdurrahim GÜZEL
[96] TDV İslâm Ansiklopedisi, 2010 İstanbul, 39. cilt, 484-486. TAKVÂ (التقوى) Müellif: SÜLEYMAN ULUDAĞ
[97] KUR’ÂN’DA “TAKV” KELİMESİNİN SEMANTİK ANALİZİ - Doç. Dr. Ali Galip GEZGİN
[98] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/346-349.