
Kaybolma Korkusu
Bir gruba ait hissetmek toplumların en önemli dinamiklerinden biridir. Bu bireysel kimliğimizi oluşturmamızı engelleyen de bir süreçtir.
Önemli olan hiçbir şey önemli değil.
Bir şeyin bilim olabilmesi birtakım ilkelere bağlıdır. Formal bilimler, sosyal bilimler ve doğa bilimlerinin işleyişleri; nedenselliğe, deney-gözleme, düşünce süreçlerine, sistematik yaklaşımlara, somut kanıtlara dayanır. Bu ilkelerin oluşum süreçlerinin kendisi de bilimin inceleme konuları arasındadır.
Bunların dışında adına ilim denilen bir kısım daha bulunur. Bilimden daha kapsamlı olan bu kısımda kanıtlanamayan mistik olaylarla ilgilenen ve a priori (önerme) odaklı bir işleyiş de söz konusu olabilmektedir.
Her iki durumda da öncelikli hedef, anlamaktır. Var oluşun getirdiği tüm olguları ifade etmek ve kavramsallaştırmak hedeflenir. Burada evrensel düzeyde bilgilerin yanı sıra kitlesel kabullere dayalı konuların da işlendiği büyük bir arşiv söz konusudur.
İkincil ve üçüncül hedefler çözmek ve ilerletmektir. Bilgi ve deneyim anlamında ulaşılan noktaların hiçbirisi nihai hedefi oluşturmaz. Devamlı bir ilerleyiş söz konusudur. Değişmez bütünlüğe sahip tanrısal güçler hakkında bile ilim adamlarının sözlerinin tamama erdiği ve daha ileriye gidemeyeceği bir kırmızı hat bulunmaz. Kitlelerin kanıksanmış inançlarının aksine çemberin daima genişlediği ve hudutsuz olarak mercek altına alınmak istenen yeni meselelerin bulunmaya devam edildiği alanlar söz konusudur.
Peki, tüm bu araştırma, çözme ve ilerleme süreçlerinin sonucu ne oldu?
Binlerce yıl boyunca din adamları, düşünürler, ilim ve bilim insanları evrenin oluşumunu, insanı, tanrıyı, inanç eğilimlerini, doğayı, ruhu, bilinci, fizik ve fizik ötesi kanunları tanımlamayı denediler.
Birbirlerini destekleyen, geliştiren sözler de söylediler; yalanlayan ve tekfir eden risaleler de yayınladılar. Tarihi, bilimi, felsefeyi, dini inançları manipüle eden fikirler de ürettiler. Bazısı da aşırı uçlarda kitleler yaratmaktan çekinmediler. Çözemedikleri kısımları gizlediler. Bilimin yahut inançlarının temel ilkelerini bilimsel ve dinsel yöntemlerle çiğnemeyi hak gördüler.
Peki, sonuç olarak insanlığın hangi problemini çözebildiler? Yahut söyledikleri ile insanlığa nasıl bir katkı sağladılar? İyi niyetli olan-olmayan, adını bir şekilde tarihin tozlu sayfalarına kaydettirmiş tüm bu büyük adamlar insanlığın daha iyi bir noktaya ulaşmasına hizmet edebildiler mi?
Diğer tüm süreçleri bir kenara koyup yalnızca teolojik açıdan bakacak olursak; her tür inançtan dini önderler ve peygamberler insanlığa ahlakı ve birlikte insanca yaşamayı öğütlemeye ve tanrının buyruklarını iletmeye çabaladılar. Bilimle yahut deneye gözleme dayalı çözümlerle, ilerlemeci yaklaşımlarla ilgilenmediler. Tek dertleri bilinçli, ahlaklı toplum oluşturmaktı.
Onlar da tarihin herhangi bir döneminde kalıcı huzur ortamı sağlayamadılar. Öğütleri mi kusurluydu yoksa hitap ettikleri kitleler mi sorunluydu? Ya da geçici huzur dönemlerinde etkili olan kişiler onlar mıydı, onları dinleyen toplumlar mı zaten iyiydi? Toplumlarında ahlakı sağlayamayan elçiler bir şeyleri eksik mi yaptı ya da başarılı olanlar neyi doğru yapabilmişlerdi?
Burası dünya. Bilimin, çözümcü ya da ilerlemeci yaklaşımların, evrensel ahlak yasalarının değil, savaşların miras bırakıldığı; kütüphanelerin yıkıldığı, kitapların yakıldığı, sanat eserlerinin parçalandığı, masum insanların öldürüldüğü bir yer. Burada işleyen tek bir yasa var. İyilik ve kötülüğün mücadelesi.
İnsan kendi içinde bile bu mücadeleyi bitirebileceğinden emin olamazken evrensel düzeyde başarı beklentisi içine girmek beyhude.
Somut ilerlemeler, yeni dinler ve mistik akımlar bu mücadelenin önüne geçemez.
Burası çözülmesi beklenen şeylerin çözüldüğü bir yer değil.
Önemli olan hiçbir şey de önemli değil.